Çok şükür ülkemiz korona belasından kurtuldu. Yurttaşlarımızın tamamına aşı da yapınca bütün illerimiz masmavi oluverdi. Kaç haftadır sıfır vakayı gösteren turkuaz tabloyu da artık yayınlamaktan vaz geçtik. İşsizlik yok denecek kadar az. Faizler neredeyse sıfıra yaklaşmış, enflasyon da eksilerde dolaşıyor. Dolar ve TL eşitlenmiş durumda. Merkez bankasının döviz rezervi 500 milyar doları aştı. Cari açık sıfırlanmış, dış ticaret rakamları da fazla vermeye devam ediyor. Dış borç ise neredeyse yok gibi. Adalette, insan haklarında, eğitimde ve birçok alanda dünyada ilk 10 içinde yer almaya başlamış ülkemiz. İşçisi, köylüsü, memuru, emeklisi bugünden mutlu yarınından emin bir biçimde yaşarken ülkenin emekli amirallerinin de villalarının havuzunda şezlonglarında dinlenirken birden akıllarına millete bir mektup yazmak fikri gelmiş. İşte ne olduysa ondan sonra olmuş. Kiminin bildiri, kiminin muhtıra dediği bu belgenin ne kadar da bekleyeni varmış.
Uzunca bir zamandır diyalog, uzlaşma ekseni yerine çatışma eksenli bir yönetim anlayışını benimsediğimiz için bu bildiride ne yazıyor, kime yazmışlar, niçin yazmışlar gibi sorgulamaya bile ihtiyaç duymadan, toplum hemen komutanların arkasında olanlar ve karşı olanlar diye kabak gibi ikiye ayrılıverdi. Gerçi ne şiş yansın ne kebap misali durumu idare etmeye çalışanlar da yok değildi ama onlar arada kayboldu. Ben metni okudum. Hem de birkaç defa okudum. Belki ben yazsaydım üslubunda, yönteminde, zamanlamasında ufak tefek rötuş yapabilirdim. Ama ana ekseni Montrö, Kanal İstanbul, Tarikatçı Amiral olarak özetleyeceğimiz bildiriden bir darbe teşebbüsü, bir anayasal düzeni değiştirme gayreti çıkarmak çok zorlamalı bir çaba olur diye düşünüyorum.
“Apoletlerini sökün, maaşlarını kesin” şeklindeki açıklamaları ile en sert tepki Sayın Bahçeli’den geldi. Eskiden seçim meydanlarında gezdirdiği ve yeri gelince “Asın” diyerek attığı bir urganı vardı. Hala duruyorsa onun da sırasıdır herhalde. “Allah’ın sopası yok” derler ya. Meğerse 2004 yılında Bahçeli görev başındaki 313 generale 17 sayfalık bir mektup yazarak Adalet ve Kalkınma Partisinin uyarılmasını istemiş. Daha da geriye gidildiğinde 1960 darbesinin kudretli Albayı Alparslan Türkeş’in de partilerinin ilk kurucusu olduğunu her halde herkes hatırlar. Bir tiyatro repliği olan “mahkemeleri de mahkemeye verin” sözünde olduğu gibi HDP’nin kapatılması ile ilgili olarak “Anayasa Mahkemesi de kapatılsın” haykırışı, Ayasofya İmamının “Laiklik Anayasadan çıksın” beyanlarının yanında Anayasal düzeni tehdit açısından Emekli amirallerin bildirisi hafif kalır. Hele dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt tarafından verilen 27 Nisan e-muhtırası ve akıbeti ile ilgili belirsizlikler hala hafızalarda canlılığını koruyor iken.
Bildiriye imza atan Emekli Amirallerin lojmanlardan çıkarılacağı, korumalarının kaldırılacağı haberleri de yansıdı görsel medyaya. Bu kısmı ben bu olaydan bağımsız olarak değerlendirmek istiyorum. Ne yalan söyleyeyim emekli olduktan sonra da böyle bir imtiyazlarının olduğunu bilmiyordum. Adalet ve Kalkınma Partisi ilk iktidara geldiği yıllarda halkın içinde yaşasınlar gibi çok heyecan verici bir gerekçe ile milletvekili lojmanlarını satışa çıkarmıştı. Sanıyorum o zamanlar çıraklık dönemi idi. Daha sonra itibardan tasarruf olmaz anlayışı ile saraylar, uçaklar, makam arabaları, birkaç yerden maaş almalar derken geldiğimiz durum ortada. Hazır sırası gelmişken konuyu bütün halinde değerlendirerek ve bu arada da Emekli Amiralleri bu imtiyazdan azade kılarsak millete biraz daha yaklaşmış olurlar. Bu durumda belki mektup ve bildiri yazmaya bile gerek kalmadan meramlarını daha kolay anlatabilirler.
Şaşırdığım bir husus da bazılarının bu bildirinin zamanlamasını kafaya takmış olması. Gece yarısı değil de gündüz açıklansa, ya da basın toplantısında dile getirirse problem olmazmış gibi yorum yapanlar var. Yapılan bir eylem suç ise her saat suç olması gerekmez mi. Bir hırsızlık, bir gasp, bir tecavüz belli saatlerde meşru belli saatlerde gayri meşru olabilir mi? Asıl konu bence daha farklı. Biliyoruz ki darbeler, ihtilaller, muhtıralar konusunda ne yazık ki TSK’nin çok da iyi bir sicili yok. Tabi bu yapının içinden çıkanlar emekli dahi olsa söyledikleri, yaptıkları hep geçmişin yargıları ile değerlendiriliyor. Yani günün birinde “Günaydın. Bugün güneş yine doğudan doğacak ve batıdan batacak” diye bir mesaj çekseler buna bile kuşku ile bakılacağından eminim.
Bu konuya, partilerin, siyasilerin tarafsız, objektif ve hukuki olarak yaklaşacaklarına inanmıyorum. Her biri bize ne zararı olur ya da bundan nasıl yararlanabiliriz noktasına odaklanıyor ve stratejisini ona göre belirliyor. Cephenin iki yanında irili ufaklı kişi ve kurumlar belki birçoğu bildiride ne yazdığını okumadan, anlamadan durumdan vazife çıkararak saflarını belli etmeye çalışıyor. İş o kadar vahim hale geldi ki Danıştay ve Yargıtay gibi belli bir ağırlığı olması gereken kurumlar da bu kervana katıldı. Düşünebiliyor musunuz? Yarın önüne gelmesi muhtemel bir dava ile ilgili peşinen görüş belirtmek hukuken geldiğimiz noktanın hazin bir göstergesi.
Olaylara, durumlara tabii ki herkes dilediği pencereden bakabilir. Ben bu tür konulara daha yukarıdan makro bir açıdan bakmak istiyorum. Gözü kapalı olarak birinin yanında ya da karşısında olmak en son isteyeceğim şey. Daha önceleri çeşitli vesilelerle tekrar ettiğim gibi şiddet, hakaret ve ahlaki değerleri zedelememek kaydıyla herkes fikrini özgürce açıklayabilmeli. Yani yıllar önce söylenen ve Voltaire’ye ait olduğu belirtilen “Fikirlerinize Katılmıyorum Ama Fikirlerinizi İfade Edebilmeniz İçin Canımı Bile Veririm” sözünü hatırlıyorum böyle durumlarda. Bu sınırlar içinde insanların “Acaba konuştuklarımdan ötürü ifademe başvurulur mu? Tutuklanabilir miyim?” endişesi taşıdıkları bir ülkenin rejiminin adını okurlarımın takdirine bırakıyorum. Bu arada ülkeyi yönetenler de sadece duymak istediklerinin söylendiği bir coğrafyayı çok makbul saymamalıdır.
Ben mi yaşlandım yoksa işler daha da kötüye mi gidiyor nedendir bilmem kendi adıma, gelecek nesil adına ve ülkem adına çok endişelendiğim oluyor zaman zaman. Biz bu kadarını hak ediyor muyuz? Bir başka türlüsü mümkün değil mi? sorularının işgali altında hissediyorum zihnimi. O zaman da Karl Marx’ın “tarihte ne olmuşsa, öyle olması gerektiği, başka türlü olamayacağı için öyle olmuştur” sözü aklıma geliyor. Birden geriye dönüp kendimle, sosyal hayat ile ilgili başka türlünün olabilirliği ile senaryolar kurmaya başlıyorum. Mesela bu bildirinin açıklandığı gün Sayın Cumhurbaşkanı Emekli Amirallerimizin basına yansıyan bildirisi ile ilgili olarak “Görüş ve değerlendirmeleri bizim için değerlidir. Genelkurmay Başkanı ve diğer birimler ile temas kurularak gereği yapılacaktır. Umarım kaygılarını gidermiş oluruz” gibi başka türlü bir yol denenebilir miydi? Bu durumda durumdan vazife çıkaran kraldan çok kralcılar da rahat etmiş olurdu. Hatta filmi daha da ileri götürerek “Geçtiğimiz yıllarda birçok STK ve muhtarlarla buluşmalarımız oldu. Genelkurmay başkanımızın organizasyonu ile Külliyede sizleri ağırlamak engin bilgi ve tecrübelerinizden yararlanmak isteriz” diye bir başka yol olabilir mi? Bunun sonunda kim bilir taraflar birbirini daha iyi anlar, belki ikna eder, hiçbir şey olmasa bile konuşabilmenin, diyalog kurmanın yolları açılmış olur. Başka yolları niye denemiyoruz ki?
Yazınızı beğenerek okudum. Ayrıca bu elitlere sağlanan yaşam boyu haklar için de: “Emekli Amiralleri bu imtiyazdan azade kılarsak millete biraz daha yaklaşmış olurlar.” Önerini de alkışladım.
Eline diline sağlık…
Teşekkürler Emin Arkadaş. Bizde öneri çok da dinleyen yok biliyorsun. Yıllarca “Ancak” ile başlayan az tebliğ yazıp yapıştırmadık defterlere. İster misin onları da soruşturmaya başlasınlar. Neyse inşallah her şey daha iyi olur. Selam ve sevgiler cümleten….
Sonuc olarak goz altina alinanlarin tamami serbest birakildi. Bu durum bana bir fikrayi cagristirdi ama neyse…
Anladım ben onu. O kadar çok fıkralık durum var ki hangi birini sayalım.