Kişisel ve toplumsal yaşamımızda insanların yapay ya da doğal olarak kümeleştiklerine, gruplaştıklarına tanık olmaktayız. İnsanlar da duruma göre bazen istekli bazen de zoraki bu grupların içinde, dışında ya da karşısında yer alabilmektedir. Bu gruplar zamanın ve ortamın şartlarına göre siyasi, etnik, dini vb. özellikler göstermektedirler. İnsanoğlu da içinde veya karşısında olduğu grupla ilgili çoğu şartlanmışlık ve önyargılardan oluşan tutumlar sergilemektedir. Bunca yıllık gözlemlerime, tecrübelerime dayanarak söyleyebilirim ki bu tür kümeleşmeler-hele hele son yıllarda- bana hiç çekici ve inandırıcı gelmiyor. Şöyle göğsümü gere gere dört başı mamur destekleyeceğim bağlanacağım bir yapılanmayı ne yazık ki pek göremez oldum. Hep ehveni şer ile yetinmek durumunda hissediyorum kendimi. Söylemlerine bakınca adeta tapılacak kadar kendine hayran bırakan yapılanmaların biraz üzerini kazıyınca, biraz samimiyet testine tutunca hayal kırıklığı kaçınılmaz oluyor.
Bütün bunların sonunda ben de kendi grubumu kendim yapmaya karar verdim. İnsanları ve kümelenmeleri de bu doğrultuda test etmeye başladım. Ben artık insanları da grupları da iki kategoride düşünüyor ve değerlendiriyorum. Ahlaklı olanlar ve -hadi ahlaksız olanlar demeyelim- yeterince ahlaklı olamayanlar şeklinde sınıflandırma yapıyorum. Hemen eklemeliyim ki ahlak kavramını birçok kişinin düşündüğü gibi uçkur ve bel altı konuları ile sınırlı saymıyorum. Ben ahlaklı olmak deyince adaletli olmak, saygılı olmak, sevgi dolu olmak, merhametli olmak, vicdanlı olmak, şefkatli olmak, özü sözü bir olmak, barışçıl olmak, empatik olmak gibi insani olan bütün vasıflara sahip olmayı anlıyorum. Bütün bunları taşıyor ve yaşamında içselleştirmiş insan hangi grupta ya da yelpazede yer alırsa alsın bana göre en makbul ve muteber insandır. Bütün bunların yoksunluğu içinde olanları da diğer gruba dahil ediyorum.
Mesela özellikle siyasilerden sık sık “14 milyonun başkanıyım, 85 milyonun başbakanıyım, bize oy vermeyenlerin de başkanıyım, 85 milyon tek bir yumruk gibiyiz” gibi söylemleri çok duymuşuzdur. Bütün bunların anlamını bilerek ve içselleştirip gereğini yerine getirmeye sıra gelince durumun pek de öyle olmadığını görüyoruz. Sizlerin de gözünden kaçmamıştır Sayın Cumhurbaşkanımızın uçağında adeta kadrolu bir gazeteci ordusu kendisine eşlik eder. Cumhurbaşkanına hep bildiği yerlerden soru soran bu kadrolu gazeteci ordusunun arasında diğer mahalleden gazeteci gibi gazetecinin yer aldığını pek göremeyiz. Keza yine bir imza ile yüzlerce vali rektör gibi üst düzey kamu görevlisi atanırken de 85 milyonun ağırlığı vicdanlarda pek hissedilmez. Hadi diyelim siyaseten diğer mahalledekilere eşit davranmak içinden gelmiyor ama toplumunun yarısını oluşturan kadınlarımız da bu adaletsizlikten nasibini alıyor. Siyasetçiler muhtemelen bu durumu “Bu yıllardır böyle gidiyor. Bizden öncekiler de böyle yapıyordu” gibi gerekçelerle açıklayabilir. Ama biliyoruz ki su-i misal emsal olmaz. Yani yanlış örnek örnek olmaz, iki yanlıştan da bir doğru çıkmaz. Ha illa örnek alınacaksa mesela Garp Cephesi Komutanı, Lozan kahramanı, kırk yıllık yol ve silah arkadaşı İsmet İnönü’ye “Sen biraz istirahat et” diyerek Celal Bayar’ı başvekil yapan, kendisini en ağır şekilde herkesin içinde hem de yüzüne karşı eleştiren Reşit Galip’i Maarif Vekili yapan Atatürk’ü örnek almak daha uygun düşmez mi?
Ahlak kavramının en çok erozyona uğradığı uygulamalardan biri de kamuda çok konuşulan mülakat uygulaması olduğunda birçok kişi hemfikirdir sanırım. Öyle ki Cumhurbaşkanı bile buna inanmış olmalı ki seçimlerde bazı istisnalar dışında-ki ben onları da gereksiz görüyorum- mülakatı kaldıracaklarını duyurdu. Açıkçası ben bunu samimi bulamamıştım. Seçimden sonra da tahminimde yanılmadığımı anladım. Benim bildiğim kadarı ile muhalefet iktidara geldiğinde yapacaklarını vaat edebilir, ancak zaten iktidarda olan ve bir imza ile gerçekleştirebileceği bir konuyu seçim vaadi olarak sunmak yerine şak diye yapar. Seçimler geçince bu konuda “Öyle demek istemedi” şeklindeki laf cambazlıkları ile Cumhurbaşkanını ilk yalanlayanlardan biri de Milli Eğitim Bakanı oldu. Televizyonda bu konuda “Bundan böyle mülakat gibi mülakat olacak” derken aslında şimdiye kadar yapılanlar ile ilgili de itirafta bulunmuş oldu, mülakatın oranı şöyle olacak böyle olacak diye açıklarken düştüğü acziyetin ne kadar farkında acaba? Sayın Milli Eğitim Bakanı yine televizyonda mülakatın gerekliliğini savunurken “Bir veli okula öğrencisini verirken çocuğunun öğretmeni ile görüşmek, mülakat yapmak istemez mi? Bunu niye bu kadar büyütüyorsunuz?” şeklindeki sözlerini duyunca insan keşke hiç konuşmasa diyor. Çünkü konuştukça batıyor. Bu sözler karşısında vatandaşın biri “İyi de sayın bakan biz veliler olarak elbette öğretmenle konuşuyoruz. Ama bu konuşmadan sonra onlara puan verip öğretmenlik yapıp yapmayacağına karar vermiyoruz. Siz sapla samanı iyice karıştırdınız” demez mi? Mülakat olduğunda hangi kazanımların gerçekleştiğini, olmadığında hangi kayıpların yaşandığı açıklaması beklenirdi oysa. Benim tahminim Cumhurbaşkanı bu vaadinde samimi olsa bile etrafı kendileri için adeta can simidi olan bu uygulamanın kalkmaması için ikna çabası göstermiş de olabilirler.
Bu mülakat macerasında yer alan figüranların ne hissettiklerini ben çok merak ediyor ve kafamda canlandırmalarda bulunuyorum. Diyelim KPSS sonuçları geldi. Mesela 98-99 alan biri emeğinin karşılığını aldığı ve atamasının yapılacağı düşünerek çok mutludur. Ama 70 puan alan sıradaki yerini ve alınacak personel sayısını düşününce önce ümitsizliğe kapılır. Sonra da “Demek yeterince çalışmamışım bir dahaki sınav için daha fazla çalışmam gerekir” diye mi düşünür, yoksa olmazı olduran pusula, mektup, kartvizit ve telefon zinciri işlemeye mi başlar. Bence ikincisinin olma ihtimali daha fazla. “Bu puan yeterli değil git daha fazla çalış da gel” ancak garibanlara reva görülen bir yanıt olsa gerek. Bu zincirin en son ve en zor halkasında mülakatı yapan heyet yer alıyor kuşkusuz. Güç yarışında bir sıralama yapmak zorundalar. Hadi 70 puan alana en yüksek puanı vererek onu ön sıralara taşıdınız ama bu da yetmiyor. Bu defa da ön sıralardaki 98 alana da en düşük puanı vererek onu aşağılara çekmek gerekli. Tüm bunlardan sonra da tüm figüranlar akşam evlerinde başlarını yastığa koyup huzur içinde uyuyor olmalı.
Bütün bu karamsar tablolar, can sıkıcı konular içinde kıvranırken geçtiğimiz günlerde içimizi ısıtan, yüreğimize su serpen, bizleri sonsuz sevindiren, gururlandıran olaylara da tanık olduk. Ülkemizin kadın voleybol takımı milletler liginden sonra bir de Avrupa şampiyonluğu yaşattı bize. Arkasından Tokyo’da yedide yedi yaparak olimpiyatlara gitmeye hak kazandılar. Tasada ve sevinçte ortak olma millet olmanın özelliği olarak öğretildi bizlere. Ama ne yazık ki bunu bile beceremedik. Dünya kıymetlisi bu kadınlarımız için olmadık laflar edildi. Bu kupayı kabul etmiyorum diyen mi istersiniz, yüzlerine kezzap atmayı düşünenler mi dersiniz, “Bunlar kafirdir, bunları seyredenler de kafirdir” diyen mi istersiniz daha neler neler… Hani köşede kendini bilmez bir iki kişi etse meczup der geçersin ama bunların bazıları cami hoparlöründen sokaklara bangır bangır anons edildi adeta. Söyleyene bakma söyletene bak derler, demek alıcısı var ki böyle işkembeden atıyorlar. Yoksa sırtlarını sıvazlayan ve cesaret aldıkları bir yer olmasa kim bu derece çirkin ve aşağılık bir üslup kullanabilir? Kutsal kitapta onlarca yerde “İnsanların toplumun hayrına olacak işlerde yarışın” buyruğunu bile görmezden gelmelerini anlamak mümkün değil.
Benim imanını ve inancını yüreğinde tertemiz duygularla yaşayan, beynini ve benliğini tarikatlara şeyhlere teslim etmeyen, ne başkasını yargılayan ne kendisinin yargılanmasına izin vermeyen insanlara çok büyük saygım vardır. “Dindar” tanımı ile ben bu tür insanları hatırlamak isterim. Ama bunların dışında bir güruh- ki bunların sesi çok daha fazla çıkıyor- var ki hangi bilgi ve yetkiye dayandığı belirsiz ifadeler ile insanları kafir ilan edip cehenneme postalıyorlar. “Fakirler zenginlerden 500 sene önce cennete gidecek, fakir öldüğünde kefeninin içinde cennetin 7 anahtarı olacak” gibi akla ziyan öğütlerle yoksulluğu yüceltirken kendilerinin sürdürdüğü çok konforlu yaşamlarındaki çelişkiyi saklamaya bile gerek görmüyorlar.
Dindarlığın dışında dinci ya da siyasal İslamcı diyebileceğimiz bu kesimi demokrasi ve özgürlükler konusunda duruşları son derece iki yüzlü ve samimiyetsiz buluyorum. Demokrasi ve özgürlük onlar için yaşam biçimi olmaktan çok yararlanılacak bir aparat sadece. Hatırlarsınız 28 Şubat sonrası İmam Hatip Okullarının orta kısımları kapatılmıştı. Bunlarla beraber meslek liseleri ve Anadolu liselerinin de orta kısımları kapatılmıştı. Bence tartışılabilir bir karardı. Tahmin edileceği gibi bu konudaki mağduriyet yıllarca kullanıldı. Mesele dile getirilirken sadece kendilerinin değil meslek liseleri ve Anadolu liselerinin mağduriyeti için idi harcanan çaba. Sonra ne oldu? Yetki ellerine geçince kendine Müslüman olma tabirini doğrularcasına imam hatip okulu dışında mağduriyet yaşamış diğer okulların adı bile gündeme gelmedi.
Benzer durum başörtüsü meselesinde de yaşandı. 28 Şubat sonrası adeta bazılarının ekmeğine yağ sürercesine bu konuda da abartılı uygulamalara tanık olduk. Kamuda özellikle orduda görevli birisinin eşinin başörtülü olması yüzünden mağdur edilmesi, hasta ziyaretine gelenlerin, orduevinde düğüne gelen davetlilerin başörtüsü, saç sakal kontrolünden geçmesi akıllara ziyan uygulamalardı. Neticede geldik günümüze. İnsanların kendi özgür iradesi ile başını örtmesi de örtmemesi de o derece doğal ve kıymetlidir. Teoride böyle olması gerekir ama bu defa kantarın topu tersine dönmeye başladı sanki. Geçtiğimiz yıl İran’da başını kurallara göre örtmediği için gözaltına alındığı karakolda işkence sonunda hayatını kaybeden Masha Amini’nin durumu hem İran hem de dünya gündeminde geniş yer aldı. Günlerce süren gösterilerde birçok kişi hayatını kaybetti. Fakat baktım ki bizim siyasi İslamcı kanat bu konuda neredeyse üç maymunu oynuyor. Mısır’ın Rabiası ile yerleri gökleri inletenler, bu uğurda sonradan maliyet ödenmeye başlayınca nedamet getirmeye başladılar. Tamamen yalan üzerine kurgulanmış Kabataş’ta deri ceketliler soslu türbanlı bacımız pilavını her durumda servis edenlerden, her konuda ahkam kesen din bezirganlarından “Bu nasıl bir vahşettir. İnsan başını ister örter, ister örtmez” şeklinde üst perdeden bir bildiri, kınama gibi bir şey duymadık Aynı samimiyetsizliğe ne yazık ki bu konuda da tanık olduk. İnşallah içten içe “Oh olsun, az bile yapmışlar” demiyorlardır.
Bir yerlerden okumuştum “Bu dinci taifesinin elinden kadını alın din diye bahsedecekleri bir şey kalmaz, siyasal İslamcıların elinden ve dilinden dini alın söyleyecek bir şeyleri kalmaz” şeklinde. Ne kadar doğru bir tespit değil mi?
Saptamalarını, din kisvesi altında ahlaksız bir toplumu oluşturma yolunu döşeyen yaşanmış örneklemelerini, içim sızlaya sızlaya okudum. Maalesef bu ahlak yoksunluğu, bulaşıcı bir hastalık gibi yayıldı, Mağdur olanlar için hayat çekilmez oldu.