BİRAZ DA KILIÇDAROĞLU’NA

Bizdeki siyaset anlayışı akılcı ve eleştirel olmaktan daha ziyade biat esasına dayanıyor. Bu iktidar için olduğu kadar zaman zaman muhalefet için de geçerli. Yani kendi mahallemizin lideri ne yapıyorsa ne söylüyorsa tartışmasız doğru, karşı mahallenin konuştukları ve yaptıkları ise ihanet derecesinde yanlış kabul ediliyor. Durum böyle olunca da bu yapılanmaların içinde yer alan insanlar yanlışları da sahiplenmek ve savunmak zorunda kalıyor. Ben mümkün olabildiğince kendimi bu dar koridorun dışında tutmak istiyorum. Doğru olanı kimden gelirse gelsin kabullenmek, yanlış olanı da kimden gelirse gelsin eleştirmek şeklinde somutlaşıyor bu yaklaşımım.

Yıllardır ülkenin sağlık sistemini eleştirir dururuz. Bütün bunlar bugün için de geçerli. Topluma faturası hayli kabarık olan hasta garantili şehir hastaneleri, yoğun hasta talebine cevap veremeyen sağlık kurumları, emeğinin karşılığını alamayan sağlık çalışanları şeklinde çoğaltabiliriz bu konu başlıklarını. Bütün bu olumsuz gidişat içinde benim olumlu bulduğum birkaç uygulamadan da söz etmek isterim. Yıllarca Esnaf hastanesi, Öğretmen Hastanesi, PTT Hastanesi, Devlet Hastanesi, SSK Hastanesi gibi farklı kurallara ve kurumlara bağlı sağlık kurumlarının çeşitlendirilmesine bir türlü anlam veremiyordum. İşçinin, öğretmenin, esnafın farklı bir anatomisi yok ki farklı kurumlardan hizmet alsın. Sadece insan olması en kaliteli sağlık hizmeti alması için yeterlidir zaten. Bu farklılıkların ortadan kaldırılmasını olumlu bir adım olarak gördüm. Bir de buna teknolojinin getirdiği randevu sistemi eklenince sağlık kurumları daha ulaşılır hale geldi. Bu zincirin belki en önemli halkası doktorların hastane ve muayenehane arasında seçim yapma mecburiyetinde bırakması idi. Bu uygulama yıllardır devam ettiği için birçoğumuz tarafından da kanıksanmıştı. Ben şahsen yasal da olsa etik bulmuyordum bu durumu. Yani bir öğretmenin mesaiden sonra bir ofis açıp kendi öğrencilerine ders vermesi, yargıçların savcıların, iş çıkışı açtıkları hukuk bürolarında belki davasını gördükleri kişilere hukuki hizmet vermesi, görevi sona eren emniyet mensuplarının dışarıda, alışveriş merkezlerinde güvenlik personeli olarak çalışması gibi çarpık bir durum geliyordu bana. Atılmış olan bu doğru adımlar sistemin tamamını düzeltmeye yetmedi. Bu gibi doğru adımlar iktidarın hep çıraklık devresi ve sonrasına rastlar. Daha sonraki kalfalık ve ustalık dönemlerini görünce “Keşke hep çırak kalsalardı” demeden edemiyor insan.

Devamı için tıklayın “BİRAZ DA KILIÇDAROĞLU’NA”

ARANAN KAN BULUNDU

Çok şükür ülkemiz korona belasından kurtuldu. Yurttaşlarımızın tamamına aşı da yapınca bütün illerimiz masmavi oluverdi. Kaç haftadır sıfır vakayı gösteren turkuaz tabloyu da artık yayınlamaktan vaz geçtik. İşsizlik yok denecek kadar az. Faizler neredeyse sıfıra yaklaşmış, enflasyon da eksilerde dolaşıyor. Dolar ve TL eşitlenmiş durumda. Merkez bankasının döviz rezervi 500 milyar doları aştı. Cari açık sıfırlanmış, dış ticaret rakamları da fazla vermeye devam ediyor. Dış borç ise neredeyse yok gibi. Adalette, insan haklarında, eğitimde ve birçok alanda dünyada ilk 10 içinde yer almaya başlamış ülkemiz. İşçisi, köylüsü, memuru, emeklisi bugünden mutlu yarınından emin bir biçimde yaşarken ülkenin emekli amirallerinin de villalarının havuzunda şezlonglarında dinlenirken birden akıllarına millete bir mektup yazmak fikri gelmiş. İşte ne olduysa ondan sonra olmuş. Kiminin bildiri, kiminin muhtıra dediği bu belgenin ne kadar da bekleyeni varmış.

Uzunca bir zamandır diyalog, uzlaşma ekseni yerine çatışma eksenli bir yönetim anlayışını benimsediğimiz için bu bildiride ne yazıyor, kime yazmışlar, niçin yazmışlar gibi sorgulamaya bile ihtiyaç duymadan, toplum hemen komutanların arkasında olanlar ve karşı olanlar diye kabak gibi ikiye ayrılıverdi. Gerçi ne şiş yansın ne kebap misali durumu idare etmeye çalışanlar da yok değildi ama onlar arada kayboldu. Ben metni okudum. Hem de birkaç defa okudum. Belki ben yazsaydım üslubunda, yönteminde, zamanlamasında ufak tefek rötuş yapabilirdim. Ama ana ekseni Montrö, Kanal İstanbul, Tarikatçı Amiral olarak özetleyeceğimiz bildiriden bir darbe teşebbüsü, bir anayasal düzeni değiştirme gayreti çıkarmak çok zorlamalı bir çaba olur diye düşünüyorum.

Devamı için tıklayın “ARANAN KAN BULUNDU”

KORONA’LI GÜNLER – IBAN

Korona virüslü günler ilerledikçe bu bela sadece tıbbi yönüyle değil, hayatın her kesiminde etkisini göstermeye başladı. Özellikle insanların dışarıya çıkmaması zarureti  kurum ve kişileri ekonomik sıkıntıya soktu. Bununla ilgili olarak birçok ülke kendi yurttaşlarını ve kurumlarını bu sıkıntılı dönemi daha kolay atlatması için ekonomik yardım paketleri açıkladılar. Amerika 2 trilyon dolar, Almanya 750 milyon avro, İspanya 200 milyon avro ile başı çeken ülkeler arasında yer alıyordu. “Siz kendinizi koruyun, işinizi, faturalarınızı, kayıplarınızı düşünmeyin. O iş bizim işimiz” diyen Kanada Başbakanı da 107 milyar dolarlık yardım paketini açıkladı.

Bütün bunlar yaşanırken ülkemiz yöneticileri de boş durmuyordu. 100 milyar liralık (Yaklaşık 15 milyar dolar) yardım paketi Cumhurbaşkanımız tarafından açıklandı. 13 maddelik bu paketin içinde neler var diye merakla bekleyenler ne yazık ki hayal kırıklığına uğradılar. Dışarı çıkma yasaklarının konduğu bir sırada uçak biletlerindeki vergi indirimi, konut kredisi limitlerinin arttırılması, bankadan kredi alımlarının kolaylaştırılması gibi tedbirler konunun ciddiyetinin henüz anlaşılmadığı izlenimi veriyordu. En düşük emekli maaşının 1500 TL’ye çıkarılması belki de paketin en hazin ve somut maddesi idi.

Özellikle büyük şehirlerde yaşayan ve muhtaç durumda olan vatandaşlar için yerel yönetimler yardım kampanyası açma girişiminde bulundular. Bunların başında da İstanbul ve Ankara geliyordu. Yapılacak bağışların  İBAN’larının açıklanmasının üzerinden 24 saat bile geçmeden merkezi hükümet yasal olmadığı gerekçesi ile bu hesaplara el koydu. “Bu memlekette ne yapılacaksa onu da biz yaparız” dercesine bu defa Cumhurbaşkanımız “Biz bize yeteriz Türkiye’m” diye bir kampanyayı başlattı. Ülkemiz insanı böyle bir günde bile kutuplaştırıldı. Yerel yönetimlerin yaptığının meşru ve yasal olduğunu söyleyenler bir tarafta, ülke yönetiminin de iki başlılık olmaz yardımların tek elden ve 82 milyonu temsil eden Cumhurbaşkanınca yapılmasının doğru olduğunu söyleyenler diğer tarafta yerlerini aldılar. Ne yazık ki bu cenah hiç bir zaman “Madem 82 milyonun temsilcisi niye toplantılarını sadece kendi partisinin İl başkanları ve Belediye Başkanları ile yapıyor ?” sorusunu sormayı düşünmediler.

Bazı konulara ben birçoğu gibi muhalif ya  da muvafık penceresinden bakamıyorum. O mu haklı, bu mu haklı gibi dar bir kalıp yerine ikisi de haklı, ya da ikisi de haksız gibi diğer seçeneklerin irdelenmesi gerektiği düşüncesindeyim. Aynı problemi yaşayan başka ülke liderlerinden böyle bir kampanya düzenleyen olduğunu sanmıyorum. Bu işler daha çok STK’ların işi bana göre. Elinde yürütme ve yasama gücü bulunan yönetimler vergiler koyarak ya da diğer yollarla bunu zaten yapabilirler. Ayrıca bağış kampanyasına en büyük katkıyı her biri kamu kuruluşu olan Merkez Bankası ve Ziraat Bankasının vermesine ne demeli. Piyasa dilinde buna “müşteri kızıştırmak” denir sanırım. Yoksa sağ cebinden al sol cebine koy gibi bir şey oluyor. Korona bakalım daha bize neler gösterecek. Bizi izlemeye devam edin.