HAVADAN SUDAN / 2

Hepimizin kanıksadığı, adeta sıradan diyebileceğimiz rutin haline gelmiş bir işleyişten bahsederek yazıma bir giriş yapmak istiyorum. Hafta sonu eve gelip akşam haberlerini dinlerken “Sayın Cumhurbaşkanı … camii cuma namazı çıkışı iç ve dış politikaya ilişkin açıklamalarda bulundu ve muhalefeti sert bir biçimde eleştirdi…” şeklindeki yaşanmışlık artık hayatımızın sıradan bir parçası haline geldi. Cami siluetinin bir bölümünü fon alarak kurulmuş kürsü ve bir yığın mikrofonun önündeki bu görüntü çok sıradan bir senaryo haline geldi. Ben alışılmış bu görüntülerin derinliğine inip olayları irdelerken buluyorum kendimi.

Önce kendimi bir an Cumhurbaşkanının yerine koyuyorum. Tam hutbeyi dinlerken ya da huşu içinde namaza yönelmişken dışarıdaki gazeteci ordusunun soracağı soruları ve onlara verilecek cevabı düşünür halde buluyorum kendimi. Gerçi orasının yolgeçen hanı olmadığını, herkesin kafasına eseni soramayacağını, soruların ve soruyu soracakların titizlikle seçildiği söyleniyor olsa da yine de insanın düşüncesi biraz dağılır diye düşünüyorum.

Devamı için tıklayın “HAVADAN SUDAN / 2”

DUR BAKALIM NE OLACAK?

Korona ile yatıp korona ile kalktığımız bu günlerde beklenmedik olaylara ve gelişmelere de tanıklık ediyoruz. Galiba her şey Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın sosyal medyadan duyurduğu istifası ile başladı. Bu çeşit garip uygulamalar da artık moda oldu sanırım. Daha önce de İçişleri bakanı bu benzer yolu denemişti ama kabul görmemişti. Bu istifanın Türk parasının birden değerlenmesine yol açması konusuna değinmek istemiyorum. Beni en çok şaşırtan ve hatta “Bu bir rüya mı? Ne olur beni çimdikleyin.“ dedirten şey ise ondan sonraki gelişmeler oldu.

Sayın Cumhurbaşkanımız bir yandan acı reçete ile de soslandırılmış olarak ekonomi, hukuk ve demokraside yepyeni bir seferberlik başlatacaklarını açıklarken, Adalet Bakanı Abdülhamit Gül de “Bırakın adalet yerini bulsun, isterse kıyamet kopsun. Yargı konjonktüre, birilerinin dediğine bakmaz. Yargı dosyaya, vicdanına, hukuka, Anayasa’ya bakar. Bizim beklentimiz budur… Anayasa Mahkemesi bir karar verip Mahkemenin buna uyar mı uymaz mı? gibi bir öngörülebilirliğin olmadığı yerde yatırımda hukuk öngörülebilirliğinden bahsetmek mümkün değil… Tutuklamayı istisna olarak değerlendiren uygulamaları sağlayacağız… Pardon dediğinizde, kusura bakmayın ama haksız yere içerde cezaevinde tutuklu kalan kişinin o günleri geri gelmiyor. Ticari itibarı, maddi kayıpları geri gelmiyor” şeklindeki sözleri ile adeta yepyeni bir dönemin müjdesini veriyordu. Her ne kadar bu sözler geçmişteki uzun iktidar döneminin bu konulardaki başarısızlığının itirafı sayılsa da o kadar kusur kimde yok, yeter ki bundan sonrası iyi olsun deyip bardağın dolu tarafına bakalım. Ülke olarak daha özgür ve demokratik bir iklimi kim istemez ki? Herkes fikrini özgürce açıklayabilecek, cezaevinde gazeteci, akademisyen, yazar, siyasetçi boş yere yatmayacak. Dahası benim zihnimde cevap aramak zorunda olduğum birçok konu da gündem dışında kalacak.

Devamı için tıklayın “DUR BAKALIM NE OLACAK?”

HAK HUKUK HIK MIK

Yazılarımda zaman zaman fıkralara da yer verdiğimi sanırım hatırlarsınız. Bugünkü yazıma da bir değil iki fıkra ile başlayacağım.

İlk fıkra birçoğumuzun hatırlayacağı ve çokça duyulmuş olup Hazreti Muhammed sonrası İslam dininde yaşanan farklı yaklaşımları ifade eden bir özelliğe sahip. Bir gün Hz. Ali’nin taraftarlarının yoğun olduğu Küfe’den, biri devesiyle Şam’a gelmiş. Şam sokaklarında dolaşırken biri ona yanaşmış ve: “Ver o dişi deveyi bana, o bana ait” demiş. Adam buna karşılık “Bu deve benimdir, üstelik dişi değil, erkektir” diye itiraz etmişse de derdini anlatamamış.  Konu o sırada Şam Valisi olan Muaviye’ye yansımış. Muaviye, her iki tarafı da dinledikten sonra, kararını “Bu dişi deve Şamlınındır!” şeklinde açıklamış ve Sonra toplananlara dönmüş ve sormuş: “Ey cemaat, bu dişi deve kimindir?  Toplananlar hep birlikte “Şamlınındır” diye bağırmışlar. Küfeli şaşkın bir vaziyette devesinin ardından bakakalmış. Daha sonra Muaviye onu yanına çağırmış ve onun kulağına; “Ey Küfeli, dinle! Sen de ben de biliyoruz ki, bu deve senindir ve dişi değil, erkektir. Ama sen Küfe’ye dönünce gördüklerini Ali’ye anlat ve de ki: “Ey Ali, Muaviye’nin, dişi deveyi erkekten ayırt edemeyen, o ne derse evet diyen 10 bin adamı var! Ayağını denk al ve kiminle dans ettiğini bil” şeklindeki sözlerini söyler.

İkinci fıkra da daha yakın bir tarihe ait. 1940’lı yılların Hitler Almanyası ile ilgili. Hitler herkesin bildiği gibi faşizmin somutlaşmış ve vücut bulmuş hali. Birçok acıya ve gözyaşına sebep olan 2. Dünya savaşının da en önde gelen aktörlerinden. İşte bu İkinci dünya savaşı sırasında Nazi kuvvetleri karşı cepheden üç esir alırlar. Bunlardan birinin de Yahudi olduğunu öğrenince onu farklı bir biçimde cezalandırmak isterler. Fakat yine de işi kitabına uydurma ihtiyacı duyarlar. Nihayetinde esirlere:” Biz çok kanuna kurallara bağlı adil bir ülkeyiz. Keyfi hiçbir uygulamamız yoktur. Şimdi sizleri bir sınavdan geçireceğiz eğer doğru cevap vererek başarırsanız kurtulursunuz yok cevap vermez ya da yanlış cevap verirseniz cezalandırılacaksınız” biçiminde bir açıklama yaparlar. Önce birinci esir huzura alınır ve “Hani dünyanın en büyük transatlantiği olarak bilinen ve ilk seferinde buz dağına çarparak batan Tİ ile başlayıp NİK ile biten adı olan bu geminin adı nedir?” diye sorar Esir de “TİTANİK” cevabını verince ona; “Tamam sen geç kurtuldun” derler. Sıra ikinci esire geldiğinde ona da “Arkadaşının adını söylediği bu gemi hangi yılda battı? Hani 1911 ile 1913 yılları arasında bir tarihe tekabül ediyordu” diye sorarlar. İkinci esir de “1912” cevabını yapıştırır ve o da kurtulur. Sıra 3. ve hakkında bazı iyiliklerin düşünüldüğü esire sıra gelir ona da” Arkadaşlarının adını ve batış tarihini söylediği bu gemide hayatını kaybeden yolcuların ad soyad ve doğum tarihlerini de sen söyle bakalım” derler.

Devamı için tıklayın “HAK HUKUK HIK MIK”