Bu defa siz değerli okur yazarlara aynı zamanda bir akademisyen olan Emrah Safa Gürkan’ın “Bunu Herkes Bilir” kitabından bahsedeceğim. Kitap kapağının üstündeki “Tarihteki yanlış sorulara doğru cevaplar” eklemesi de daha baştan kitap içeriği hakkında merak uyandırıyor. Yazar kitabında tarihe dair günümüz toplumunun birçok kalıplarını ve ezberlerini bozacak açıklamalarda bulunuyor. Tarihsel olaylara başka pencereden bakabilmenin ön koşulunun da itaat toplumu olmaktan çıkıp sorgulayan bireyler yetiştirmekten geçtiğine dikkat çekiyor.
“Osmanlı neden geri kaldı?” sorusuna hemen herkesin kendini cevap verme yetkinliğinde hissettiğini sanıyorum. İlkokuldan bu yana aldığımız tarih bilgisi ve onun üzerine eklediğimiz diğer bilgiler ışığında en çok aklımızda kalan saraydaki kadın saltanatı, zayıf ve yetersiz sultanlar ile azgın yeniçeriler geri kalmışlığın sebebi olarak karşımıza çıkıyor. İşte yazar burada devreye girerek tarihi diğer faktörlerden ayırarak kişiler bağlamında ele almanın yanlışlığına dikkat çekerek bu sebeplerin geçersizliğinin ayrıntılı bir analizini yapıyor. Dahası sorunun başta yanlış bir soru olduğunu, doğru sorunun ise “Osmanlı niye geri kaldı?” biçiminde değil, “Avrupa/Batı nasıl ileri gitti?” biçiminde sorulması gerektiğini ileri sürüyor ve kitabın omurgasını bu ve benzeri sorular oluşturuyor. Avrupa’nın ileri gitmesindeki kültürel, ekonomik, kurumsal etkenleri açıklarken Protestan ahlakın gelişmesi, sanayi devrimine geçiş, kapitalizmin doğuşu ve bu sistemin getirdiği üretim ve tüketim ilişkilerinin detaylı açıklamasına yer veriyor.
Matbaanın icadı ve kullanılmasının da batının gelişmesine olan etkisi ayrı bir bölümde açıklanıyor. Osmanlının bu yeniliği alması için 1726 yılına kadar yani 200 yıl beklemesi gerekti. Bir yeniliğin gelmesi kadar kullanılmasının da önemli olduğuna dikkat çeken yazar Avrupa’da %50 ye kadar okur yazarlık oranına ulaştıran bu buluşun 200 yılda Osmanlıda %10 bile ulaştıramadığının hatırlanması gerektiğini belirtmektedir.
Osmanlı niye Amerika’ya gitmedi ya da keşif yapmadı soruları da kitapta tartışılanlar arasında. Bunun hem lojistik hem teknik yönlerini değerlendiren yazar “Coğrafya kaderdir” cümlesinin açıklayıcılığını da benimsiyor. Açık denizlere ulaşmak için Cebelitarık boğazına kadar gitmenin dezavantajı yanında İspanya Portekiz gibi ülkelerin avantajlı durumlarını karşılaştırıyor.
Osmanlılar Türk Müydü? Bu soru da kitaptaki cevap aranan sorulardan bir tanesi olarak karşımıza çıkıyor. 78 sadrazamdan sadece 11 tanesinin Türk kökenli olması, padişah annelerinin büyük çoğunluğunun Hristiyan kökenli olması, devşirme kurumunun işleyişi gibi nedenlerle bu soru zihinde oluşsa bile yazar Türklüğün Osmanlıda genel yapıda ağırlığını koruduğunu vurgulamaktadır. “Etrak-ı Bi-İdrak” yani “İdraksiz, aptal Türkler” anlamına gelen sözün de genel değil, özel durumlar için kullanıldığını etraflıca açıklanmış.
Bilindiği gibi Viyana kuşatması tarihte dönüm noktası olarak alınır. 16 yıl süren bu hareket başarılı olsaydı Avrupa artık bizimdi gibi ham ve hamasi hayallerin yerine yazar kitabında alınmasının da getireceği problemleri bilim adamı yaklaşımı ile ele almaktadır.
Yazar bu kitabında İstanbul’un fethi etrafında dönen, bizim yanlış veya eksik bildiğimiz gemilerin karadan yürütülmesi, yeni bir çağ başlangıcı, Ulubatlı Hasan Efsanesi, açık unutulan kapı söylemlerini de en ince ayrıntısına kadar irdelenmektedir. Ayrıca “Konstantiniyye elbet feth olunacaktır. Onu fethedecek emîr ne güzel emîrdir ve o ordu ne güzel ordudur” şeklinde nakledilen hadis-i şerifinde gerçekliğinin tartışıldığına dikkat çekmektedir.
Literatürde çok geçen bazı kavramların da yerinde kullanılmadığına dikkat çekilen kitapta hümanizma, skolastisizim, mutlakıyet, külliye gibi sözcükleri bunlara örnek olarak göstermekte, geçmişten bu güne bu sözcüklerin doğru anlamları, kullanılma biçimleri ile okuyucuyu buluşturmaktadır. Birçok kurumun (Örneğin Kara Kuvvetlerinin kuruluş tarihi olarak gösterilen M.Ö 209, İstanbul Üniversitesini kuruluşu olarak belirtilen 1453) kuruluş tarihi olarak armalarında yazılan tarihlerin gerçekçi olmadığı konusunda geniş değerlendirmelere de yer vermektedir.
Kitapta anlatılanları daha somutlaştırmak hem de içeriği daha çekici kılmak adına yeteri kadar, siyah beyaz ve renkli resim ve haritalar kullanılmıştır. Burada hepimizin İlkokuldan bu yana tarih kitaplarında görmeye alıştığımız Yavuz sultan Selim’in pala bıyıklı ve küpeli resmi de yer almaktadır. Ancak bu resmin Yavuz Sultan Selime ait olmadığı daha çok Şah İsmail’e ait olacağı konusu da doğru bildiğimiz yanlışlar arasında yer almaktadır. Ardından da sadece Fatih Sultan Mehmet’in kendisinin portresini yaptırdığı, bunun dışında bina ve kurumlarda yer alan padişah ve sultan resimlerini sonradan yapılan temsili çizimler olduğunu vurgulamaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti ile Osmanlı İmparatorluğunun halef selef ilişkisine de geniş yer verilen kitapta Cumhuriyetin kendine özgü hassasiyetlerinin bazen bu bağı koparmış gibi görünse de Cumhuriyetin Osmanlıdan kurum ve kişi bakımından çok yararlandığı sonucuna varmaktadır. Bu arada Osmanlıcılığa öykünen ve Osmanlı’yı canlandırmak isteyen güruhun ise yeterince Osmanlıyı dahi tanımadığını, söylemlerindeki sığlık ve eylemlerindeki tutarsızlığın da bunun en güzel kanıtı olduğunu açıklamaktadır. Osmanlıda mimaride bir edep anlayışının olduğunu, (Bu edep anlayışına göre sadece selatin camilerinde, yani Sultan’ın yaptırdığı camilerde minare sayısı birden fazla olabilirdi, diğer camilerde minare ve şerefe sayısının birden fazla olması sultanın iznine bağlıydı. Bu arada Çamlıca’da da bir selatin camii yapıldığını hatırlayalım. Tabi birkaç valide ve şehzade camii bu kuralın dışında kalmıştı.) İzin almadan Selanik’te iki şerefeli cami inşa eden Gariki efendinin acı akıbetine de kitapta yer verilmektedir. İstanbul’un en uygun yerlerine inşa edilen selatin camilerinin görüntülerinin bozulmaması için evlerin yüksekliğinin itina ile denetlenmesi de bu edebin bir devamı olarak görülüyor. Bir taraftan hastanelere, köprülere sultanların adı verilirken diğer yandan onların yaptırdığı nadide eserlerin gökdelenlerin arasındaki durumunu hazin bir çelişki olarak açıklanmaktadır.
Yukarıda kitap bütünlüğündeki bazı soruların ve açıklamaların kendimce değerlendirmesini yaptım. Daha fazlası için mizah ve zekanın da buluştuğu bir anlatımla zenginleşen bu kitabın okunmasını öneririm. Tarihi sadece şahısların ve olayların penceresinden değil, diğer faktörleri de hesaba katan farklı bakış açılarından görmek isteyenlerin, özellikle tarihe meraklı okuyucuların bu kitapla buluşması iyi olur diye düşünüyorum.
Cok tesekkurler tekrar. Nazik bir oneri olarak, Erdal Inonu’nun Anilar ve Dusunceler’ini simdilerde okumaktayim. Sizin yakin tarihe olan merakiniz ve kitabin sade bir dille yazilmis olmasindan keyif alacaginizi dusunuyorum. Saygilarimla.
“Protestan ahlakın gelişmesi” derken ne kastediliyor?
Erdal İnönü’nün kitabını en kısa zamanda edinip okumaya çalışacağım. Paylaşımınız için teşekkür ederim
Protestan ahlaktan kastedilen itaat kültürü yerine sorgulayıcı, araştırıcı ahlak anlayışı anlatılmak isteniyor özetle.