BİRAZ DA KİTAP / EV

Pandemi nedeni ile evimizde zorunlu ikametimizin olumlu yanlarından biri de bol bol kitap okuma fırsatımız olması idi. Okuduğumuz kitaplarla ilgili tespit ve düşüncelerimi bloğumda paylaştım. Bu defa da okuduğum bir başka kitapla sizleri tanıştırıyorum. Yine çocuklarımızın internet yolu ile gönderdiği kitap bu kez roman türünde bir eser. “EV” adını taşıyan bu kitap Hep Kitap’tan çıkmış ve 453 sayfadan oluşuyor.

Eserin ana konusu ve omurgasını romanın kahramanı durumundaki Seher’in Portekiz’in bir şehrinden başlayıp (Porto ve Santiago arası) İspanya’nın bir şehrinde sona eren bir yolculuk oluşturuyor. 263 kilometrelik bu yol yürüyerek kat ediliyor. Farklı başlangıç noktalarına göre bu yol daha kısa olabileceği gibi 960 kilometreye kadar da çıkabiliyor. Yerel kültürde bu bir yerde de hac yolculuğu olarak kabul ediliyor. Kısa ve uzun maraton gibi de düşünebiliriz bunu. Yolculuk kesinlikle bir yarış değil. İsteyen istediği sürede yürüyebiliyor. Çok farklı ülkelerden genç, yaşlı, kadın, erkek birçok kişinin katıldığı bu yürüyüş günlerce ve haftalarca sonra tamamlanıyor. Romanın baş karakteri Seher bu geziyi önce kendi başına planlamasına rağmen sadece bilgi vermek için bir arkadaşına açıklayınca onun ısrarından kurtulamayarak gönülsüz de olsa yürüyüşe iki kişi olarak katılmak zorunda kalıyor.

Çerçevesini bir yolculuğun çizdiği bu serüven sadece yolculuktan ibaret değil. Romanda da anlatıldığı gibi bir yerde insanların iç dünyalarına yolculuk da diyebiliriz. Türkiye’den Portekiz’e uçakla başlayan bu yolculuktaki amaç ve ihtiyacın doğuşu çok güzel işlenmiş. Seher dedesinin ölümünden sonra ayrı ve başka diyarlarda yaşayan ana babasından kopuk bir yaşamın tüm acı hatıralarını kendi dünyasında evsizlik olarak tarif ediyor. Halaların, amcaların yanında Zonguldak’tan Bursa’ya, Diyarbakır’dan İzmir’e savrulan hayatında evsizlik duygusu daha bir derinlik kazanıyor. İlerleyen yıllarda çok sevdiği adeta kendisi için bir umut gibi gördüğü, her şeyini paylaştığı, kendine çok yakın hissettiği ev arkadaşı Kader’in de hazin sonu kendisini böyle bir yolculuğa çıkmasını adeta zorunlu kılıyor.

Yolculuğa çıktığı ya da çıkmak zorunda olduğu Ogo (Asıl adı Oğuz) ile ise kız ve erkek arasında olması düşünülen duygusal bir yakınlığın olmadığını hemen ekleyelim. Hatta birçok yönleriyle birbirine zıt karakterler bile diyebiliriz. Ogo ne kadar sosyal, evine ve ailesine düşkün, hayat dolu, konuşkan paylaşımcı ise bizim Seher’imiz tam tersi özelliklere sahip. Normal şartlarda bunları bir araya nasıl gelir diye de şaşılabilir de. Sadece karşılıklı güven ve şartsız sevgi ile açıklanabilir yakınlaşma. Hatta birbirlerini tamamlayan kişiler bir bakıma.

Bu yolculuk ülkeler için aynı zamanda bir turistik potansiyel de olduğu için katılımcılar için sarı oklar şeklindeki işaret levhaları, yol güzergahındaki yerleşim yerlerinde konaklama ve diğer ihtiyaçların giderilebileceği mekanlar işletiliyor. Hatta isteyenler için bu hac yolculuğu için geliştirilmiş ara duraklarda onaylanan ve son durak olan Santiago’da tasdik edilen bir belgenin sahibi de olunuyor. Tabi bizim yolcularımızın böyle bir isteği olmadığı için işin o kısmı ile ilgilenmiyorlar.

Romanda yolculuğun kendisiyle birlikte ormanlar, dar patikaları, okyanus kıyıları anlatılırken okuyucu da bir ara kendini bu yolculuğun içinde buluyor. Yazar bu yürüyüş sırasında çok güzel bağlantılar kurarak Seher’in yolculuk öncesi hayatına, onu bu noktaya getiren duygusal travmalarına ışık tutarak harika üslubu ile adeta bir nakış gibi bu yolculuğu işliyor. Kimisi kaçmak, kimisi unutmak, kimisi kavuşmak, kimisi kaybolmak için her biri farklı ülkeden yürüyüşe katılan insanların iç dünyalarına girmeyi de çok güzel başarmış.

Bu yürüyüş sırasında Seher’in ilk defa yüreğini titreten Yakup karakter de çok güzel bir ustalıkla dahil edilmiş yolculuğa. Acı ve hayal kırıklığı sanki bir kadermiş gibi Yakup’un da başka dünyaların ve tercihlerin insanı olması da bir başka travma yaratıyor iç dünyasında Seher’in. Bu arada Seher’in ümitsiz psikoterapi seanslarının da yolculuk esnasında ele alınması okuyucunun Seher’i çok iyi tanımasına yardımcı oluyor.

Sahipsiz ya da sahibini kaybetmiş bir köpek olan Şerbet (Bu ismi Ogo ve Seher veriyor) de yürüyüşün bir parçası olarak çok iyi düşünülmüş ve yolculuğun bir parçası olmuş.

Sonu bilinen hikayelerin okunması, filmlerin seyredilmesinin pek zevkli olmadığını biliriz. O bakımdan bu yolculuğun amacı ve akıbeti ile ilgili bir bilgi vermeyi doğru bulmam. Ben okurken çok keyif aldım. Varılması beklenen istasyondan çok yolculuğun bizatihi kendisi insanı daha çok büyülüyor. Bu anlamda kitabın arka kapağındaki satırlar ve tanıtım cümlelerini aynen alıyorum

“….hayata tutunmak için inanmaya mecbur kaldığımız bütün yalanlar günü gelince açığa çıkıyor. Ve sonra biz ölmüyoruz. Daha kötü bir şey oluyor. Öğrendiklerimizle yaşamaya devam ediyoruz.”

“Nermin Yıldırım bizleri uzun bir yürüyüşe çıkararak, kendini evinde hissetmeyenlerin, evinden zorla koparılanların, kaçmak zorunda kalanların, hiçbir yere sığmayanların dünyasına ortak ediyor. Sürprizlerle dolu bu yolu adımlarken bir yandan ve bir kere koptuktan sonra artık anakaraya bağlanamayan adacıkların uğultulu sesine kulak veriyor, bir yandan da kendimizi seyrettiğimiz aynaların öbür tarafındakilerle yüzleşiyoruz. Romanlarında okuru aile toplum ve bellek ekseninde yolculuklara çıkaran Yıldırım, duyarlı sesi, nüktedan ve kıvrak dili ile hafızanın iplerini kâh salıp kâh salarak sımsıkı bir yumak oluştururken küçük ve muhteşem hayatlarımıza bambaşka gözlerle bakmamızı sağlıyor.”

Okuduğumuz kitapların hemen çoğunda ilk sayfada yazarını ve eserlerini tanıtıcı bölüm yer alır. Bu kitapta bu bölüm en son sayfaya saklandığı için ben de bununla ilgili paragrafı sona sakladım. Nermin Yıldırım Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi Basın ve Yayın Bölümünü bitirmiş. Muhabir editör ve köşe yazarlığı yapmış. İlk romanı “Unutma Beni Apartmanı” 2011 senesinde yayınlanmış. Ardından Rüyalar Anlatılmaz, Saklı Bahçeler Haritası, Unutma Dersleri, Dokunmadan, Misafir romanlarını yazmış. Romanları İspanyolca, İngilizce, Çince, Sırpça, Bulgarca Arapça, Lehçe Azerice, Makedonca gibi dillere çevrilmiş. “Ev” romanını büyük bir zevkle okuduktan ve bu bilgilere ulaştıktan sonra hem gurur duydum hem de mahcubiyet hissine kapıldım. Mahcubiyetim böylesi güzel şeyler üreten bir değeri geç tanımış olmaktan kaynaklanıyor.

İtiraf etmeliyim toplumumuz aydınını sanatçısının sağlığında kıymetini bilmekte biraz vefasız gibi. Nazım gibi, Sabahattin Ali gibi çileli hayat sürerek aramızdan ayrıldıktan yıllar sonra sanki yeni keşfetmiş gibi oluyoruz. Birçok insan “Bizim zamanımızda…”, ya da “Nerede o eski…” diye başlayan ve devamında boşluklara okul, öğretmen, sanatçı gibi sözcükleri yerleştirirler. Bu bana biraz çağın dışında kalmışlığın işareti gibi geliyor. Günümüzde de Nermin Yıldırım gibi yazarları okudukça günümüzde de insanımızın çok güzel şeyler ürettiğini görmek beni çok heyecanlandırıyor. Biliyoruz ki toplumumuzda kadın olmanın ayrı bir yükü var. Engellerin alabildiğine çok fırsatların, imkanların alabildiğince az olduğu kadınlarımızın meydana getirdiği eserleri çok değerli buluyorum. Fırsat bulduğumda diğer eserlerinden de okumaya çalışacağım.

Eline ve emeğine sağlık Sayın Nermin Yıldırım.

Tagged: Tags

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *