AH ŞU BATILILAR YOK MU?

Diyanet İşleri Başkanımız Ali Erbaş katıldığı bir konferansta “Bugün batılının ürettiği ilim faydadan çok zarar veriyor” demiş. Eskiden bu konu ile ilgili “Batının ilmini alalım ama ahlakını almayalım” gibi daha nazik ve seçici bir dil kullanılırdı. Anlaşılıyor ki sayın başkanımız el arttırmış ve batının ilmini de zararlı bulmuş. Bu cümle bana yıllar önce okul arkadaşım Ahmet Karaçalı’nın anlattığı bir fıkrayı hatırlattı.

“Nasrettin Hoca ya da Temel bir gün” diye başlar çoğu fıkralar ama biz daha evrensel olması için adamın biri diye başlayalım. Evet adamın biri asli ibadetlerden biri olan hac yükümlülüğünü yerine getirmek için kutsal topraklara gider. Buradaki prosedüre uygun olarak sıra şeytan taşlamaya gelir. Orada bulunan herkes bu iş için nohut kadar, fındık kadar taşları kullanarak sembolik bir biçimde şeytanı taşlarlar. Fakat bizimki en küçüğü yumruk kadar olan taşları kucağına toplayıp büyük bir öfkeyle şeytana fırlatarak bir yandan da “Sen değil misin kör olası bana komşunun gelinine uçkur çözdüren, sen değil misin baldıza yan gözle bakmama sebep olan, sen değil misin…” diyerek cümle ahlaksızlıklarının faturasını şeytana çıkartır. Herhalde insanoğlunun kendi olumsuzluklarını kendi dışındakilere yüklemesinin bundan daha açık bir anlatımı olmaz diye düşünüyorum.

Devamı için tıklayın “AH ŞU BATILILAR YOK MU?”

BİRAZ DA KİTAP / EN HÜZÜNLÜ EYLÜL

“EN HÜZÜNLÜ EYLÜL” Osman Balcıgil tarafından yazılmış. Bu yazarın daha önce “Ela Gözlü Pars: Celile” adlı kitabını okumuştum. Diğerlerini bilmem ama bu iki kitaptan edindiğim izlenim, Balcıgil eserlerini gerçek yaşanmış kişiler ya da tarihsel dönemler üzerine kurguluyor. “Ela Gözlü Pars: Celile” kitabında ünlü şairimiz Nazım Hikmet’in annesi Celile’yi anlatıyor Balcıgil. Osmanlı sarayında, Avrupa’da çok iyi eğitim gördüğü ve çok mükemmel bir ressam olduğu kadar mücadeleci duruşu da anlatılıyor bu kitapta. En çok da gönlünü kaptırdığı bir başka şair Yahya Kemal ile olan gönül ilişkisi etraflıca ele alınmış. Hafızalarımızda birçoğunun da bestesi yapılan, Endülüs’te Raks, Sessiz Gemi, Dönülmez Akşamın Ufkundayız gibi şiirlerin sahibi şair bu aşkı taşıyamayarak Celile’yi yarı yolda bırakıyor. Dahası ömrünün büyük bir bölümü zindanlarda geçen Nazım Hikmet için yazar, çizer ve aydın kesim tarafından gösterilen dayanışmaya, büyük şairliğine hiç yakışmayan bir şekilde uzağında kalarak kaypak ve omurgasız bir tutum sergiliyor. Neyse biz başlığımızın konusu kitaba dönelim.

“En Hüzünlü Eylül” tek parti yönetiminden çok partili hayata geçiş tarihi olan 1950 yılı ile bu devrin son bulduğu 1960 yılları arasına kurgulanmış. Büyükada’da yaşayan ama İstanbul ile de bağlantıları olan, birisi Rum diğeri Türk olan iki komşuyu tanıyarak dalıyoruz kitabın sayfalarına. Aynı zamanda çok yakın dostlukları olan bu ailelerin çocukları Yorga ve Suzan çocukluk, gençlik, üniversite arkadaşlığı derken -bizlerin kafasında bin bir düşünce ve önyargı varken- birbirlerine âşık oluyor. En masum, en naturel en sahicisinden hem de. Bu büyük aşk -belki yine şaşıracaksınız ama-ailelerinden de çok büyük destek görüyor ve alkış alıyor. Fakat ne yazık dünya ve hayat sadece bu aşktan ibaret değil. Ülke içinde ve dışında gelişen olaylar iki aşığı bir bilinmezliğe doğru sürüklüyor.

Devamı için tıklayın “BİRAZ DA KİTAP / EN HÜZÜNLÜ EYLÜL”

GİZLİ ÖZNELER YA DA DİĞER FAİLLER

Günlerdir gündem bir tarikat şeyhinin 6 yaşındaki kızını 29 yaşındaki müridine nikahlaması konusu ile çalkalanıyor. Olayın başlangıcı 15 yıl kadar öncesine dayanıyor. Mağdure kızımızın 6 yaşından itibaren cinsel istismara maruz kalıp 14 yaşında hamile kalması ve hastaneye başvurması nedeniyle durum gün yüzüne çıkmaya başlıyor. Ne yazık ki bundan sonraki süreç de tam bir yürekler acısı. Sahte kemik yaşı tespitleri, ayan beyan ifadeler, olayın failleri isim isim ortada iken bir tweet atanı apar topar içeri atan adaletimiz bu durum karşısında haftalarca, aylarca top çevirme ya da topu taca atma talimleri yapıyor. Kaçma, delil karartma gibi ihtimalleri dahi dikkate almadan altı ay sonrasına gün veriyor. Neyse ki toplumsal baskı ve medyanın gücü ile duruşma bir ay sonrasına çekildi ve ayrıca faillerin tutuklanması ile ilgili prosedür başladı. Bir gaz alma hamlesi değilse geç de gelse bu hassasiyet önemli yine de.

Olayın yukarıda özetlediğim kısmı artık herkes tarafından biliniyor. Ben bu ve buna benzer olayların bilinmeyen ya da bilinmezden gelinen bir başka yönüne değinmek istiyorum. Olayın başlangıcının nikahla ilişkilendirildiği düşünüldüğünde bu kim ve kimlerin tanıklığı ile gerçekleştirmiştir. Ben bunlara “GİZLİ ÖZNE” diyorum. Bu kadar toz duman içinde bu figüranlardan hiç söz edilmemesi çok şaşırtıcı geldi bana. Mesela elindeki kılıcı ile hutbeye çıkan Diyanet İşleri Başkanımızın “Bu konuda başkanlığımızda görevli hiçbir imamın dahili yoktur” ya da “Bu konuda ihmali görülenler ile ilgili adli ve idari işlemler başlatılmıştır” gibi bir beyanlarını duymadık.

Devamı için tıklayın “GİZLİ ÖZNELER YA DA DİĞER FAİLLER”

BAD-EL HARAB-ÜL BASRA

Arapça bir deyim olan yazının başlığının tam tercümesi “Basra harap olduktan sonra” şeklindedir. Bu deyimin Moğolların Basra’yı yakıp yıktıktan sonra kendisine akıl danışılması üzerine bir alim tarafından söylendiği rivayet edilmektedir. Bu deyimin ortaya çıkışı ile ilgili başka hikayeler de mevcuttur. Yazımı uzun tutmamak için bunlardan bahsetmeyeceğim. Meraklı olanlar Google amcayı ziyaret ederek öğrenebilirler. Halk arasında daha çok “İş işten geçtikten sonra” anlamında kullanıldığını biliyoruz. Ülkemizde de hem dış politikada hem iç politikada bize bu deyimi hatırlatacak ilginç olaylara tanık olmaktayız.

En son Sayın Cumhurbaşkanımızın yıllardır her ortamda ve zeminde kendisi ile ilgili -tabii olumsuz anlamda- söylenmedik söz bırakmadığı, bu şahısla asla aynı masaya oturmayacağını cümle aleme ilan ettiği Mısır Devlet Başkanı Sisi ile el sıkışarak samimi bir poz vermesi, ayrıca nerdeyse kanlı bıçaklı olduğumuz Suriye başkanı Esad ile görüşmeye yeşil ışık yakması, bana yukarıdaki paragrafta açıklamasını yaptığım deyimi hatırlattı. Cumhuriyetin yurtta barış, dünyada barış, komşuların iç işlerine karışmama, milli çıkarları önceleme gibi geleneksel anlayışlarından monşer politikası diyerek uzaklaşmanın bir faturası belki yaşananlar.

Devamı için tıklayın “BAD-EL HARAB-ÜL BASRA”

DEZENFORMASYON / 2

Geçtiğimiz ay cumhuriyetin ilanının 99. yılını kutladık. Seneye inşallah bir asırlık bir geçmişi olacak genç cumhuriyetin. Bu yıl kutlamalardan çok zihinleri AK Parti Grup Başkanvekili Mahir Ünal’ın “Cumhuriyet; bizim lügatimizi, alfabemizi, dilimizi hasılı bütün düşünme setlerimizi yok etmiştir…” şeklindeki sözleri meşgul etti. Tabii bunlar öylesine kahvehane muhabbeti içinde söylenmiş şeyler değil. Cumhuriyet öncesi okur yazarlık oranı, okullaşma oranı, basılı yayın sayısı ile ilgili istatistiklere bile bakılsa Mahir Ünal’ın bu değerlendirmesi biraz insafsız gibi geldi bana. Gerçi bu konuda Sayın Cumhurbaşkanının da “Son derece zengin, bilim yapmaya, üretmeye son derece müsait bir dilimiz varken, bir gece yattık sabah kalktık, baktık ki o dil yok” sözlerini hatırlayacak olursak bu konuda Mahir Ünal’ın yalnız olmadığını anlayabiliriz. Devlet Bahçeli’nin çıkışı ile şimdilik bu konu yeri ve zamanı geldiğinde yeniden servis edilmek üzere buzdolabına kondu. Olan Mahir Ünal’ın Grup Başkanvekilliğine oldu.

Benim asıl merak ettiğim, acaba bu söylemlerin sahibi olanlar bu konuda gelmiş ile, geçmiş ile derinliğine bir inceleme araştırma yapmış ve inanarak mı bunları söylüyorlar, yoksa konjonktürel olarak alıcısı olacağını düşünerek bir söylem mi geliştiriyorlar. Herkes bilir ki bu devirde -hatta her devirde- aydın olmak, demokrat olmak çağdaş olmak ve toplumu da bu hedeflere doğru sürüklemek kolay iş değil. Emek ister, yürek ister, sabır ister. Velhasıl çok şey ister. Ama onun yerine bütün olumsuzlukların sebebini duruma göre bazen cumhuriyete ve onun kazanımlarına, o tutmazsa dış güçlere, o da tutmazsa kadere ve naslara bağlamanın kolaycılığı varken meşakkatli yollara girmenin bir gereği yok diye düşünülüyor olmalı.

Devamı için tıklayın “DEZENFORMASYON / 2”

DEZENFORMASYON / 1

Sevgili okurlarım yazının başlığına bakıp geçtiğimiz günlerde kabul edilen ve muhalefetin adına “Sansür yasası” dediği düzenlemeden bahsedeceğimi sanmasın. O yasanın hangi amaç ile çıkarıldığı, nasıl ve kimlere uygulanacağı konusu herkesçe malum. Ben yine de bu konuya yakın, karşılaştığımda beni çileden çıkaran, adeta saçımı başımı yolacak duruma getiren konulardan bahsedeceğim.

Şu meşhur Lozan’ın gizli maddeleri masalını hepiniz duymuş olmalısınız. Geçenlerde sosyal medyada gezinirken bir sokak röportajında yine bu konuya rastladım. Malum soruya muhatap olan kişi kılık ve kıyafeti oldukça düzgün orta yaşlı hatta mürekkep yalamış birine benziyordu. Elindeki akıllı telefonu ile de tam bir özgüven patlaması yaşıyordu. 2023 yılında Lozan anlaşmasının gizli maddelerinin süresi dolacağını, bizi elimizi kolumuzu bağlayan bu gizli maddeler yüzünden kendi pamuğumuzu üretip işleyemediğimizi, madenlerimizi ve petrolümüzü çıkaramadığımızı ballandıra ballandıra anlatıyordu. Röportaj yapan kadın bir ara söze girerek kendisine “Siz Lozan anlaşmasını okudunuz mu?” sorusuna “Ben bizzat okumadım ama bu problem değil, girersin internete okursun” cevabını verdikten sonra kendi hayal dünyasındaki yolculuğunu sürdürmeye devam etti.

Devamı için tıklayın “DEZENFORMASYON / 1”

GİDİŞAT / 3

Ülkesi için, toplumu için endişe duyan seçmenlerin umut bağladığı muhalefet, namı diğer altılı masa giderek “Yok arkadaş, bunlardan ne köy olur ne kasaba” kulvarına girecek diye endişe etmeye başladım. Muhalefetin itici gücü, lokomotifi durumunda olan CHP ve onun lideri Kılıçdaroğlu’nun da bekleneni tam olarak vermediğini düşünenler çoğalmaya başladı. Tamam, Kılıçdaroğlu ahlaklıdır, dürüsttür, iyi niyetlidir, sözünün eridir gibi sayacağımız bir dizi meziyetlere sahip olduğundan da kuşkum yok. Ama bütün bunların işe yarayıp yaramayacağı konusunda kuşkuluyum. Öncelikle Kılıçdaroğlu’nun ben dili ile konuşmasını iletişim açısından hatalı buluyorum. Belli ki Sayın Cumhurbaşkanın “Benim bakanım, benim valim” söylemlerinden etkilenmiş olacak ki ben ile başlayan cümleler sadece altılı masa ile ilgili değil kendi partisi açısından da arızalı sanki. Parti başkanının sadece kendisinden ibaret olmadığını, yetkili organları, örgütü ve hatta ittifak içinde olduğu ortakları olduğunu hatırlayarak “Biz” ile başlayan cümlelere daha çok yer vermesi gerektiğine inanıyorum.

Bir de söylediği her sözün, sergilediği her davranışın birkaç hamle sonrasındaki muhtemel sonuçlarını tahmin etmesi gerekir. Örneğin toplumsal düzeyde zaten hallolmuş olan başörtüsü ile ilgili yasal düzenleme teklifinden amaçlarının ne olduğunu hala anlayabilmiş değilim. Özellikle ekonomik sorunlar ile iyice bunalmış olan iktidar için adeta can simidi gibi geldi Kılıçdaroğlu’nun bu teklifi. Bir yandan başörtüsü sorununu biz çözdük öyle bir sorun yok derken diğer yandan anayasa değişikliği ve referanduma kadar uzayan ve seçime kadar tepe tepe kullanacakları bir malzemeye kavuşmanın sevincini yaşıyorlardır. Her halükârda ve her aşamada karşı olanlar, bizden olanlar kamplaşmasını diri tutmaya hizmet edeceği muhakkak bu gidişatın.

Devamı için tıklayın “GİDİŞAT / 3”

İKİ İSTİFA VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Geçtiğimiz günlerde iki milletvekilinin istifası gündemi epey meşgul etti. Bunlardan birisi siyasete CHP’de başlayıp ardından Memleket Partisi’ne geçen ve oradan da ayrılarak çeşitli seçenekler arasında turladıktan sonra AK Parti’de karar kılan Teğmen Mehmet Ali Çelebi, diğeri ise AK Parti milletvekilliğinden ayrılan ve İYİ Parti’ye yönelen Ahmet Eşref Fakıbaba idi. Ben bu tür transferlere karşı önyargılı değilim. Bizim mahalleye gelirse kahraman, karşı mahalleye giderse hain, fırıldak, dönek gibi etiketlerin peşin olarak yapıştırılmasını da doğru bulmam. İşin derinliğini iç dünyaları bilmediğim için bizim yapacağımız değerlendirmeler belki de oldukça yüzeysel kalacaklardır.

Bence Teğmen Mehmet Ali Çelebi’nin gidişinden çok gelişi sorgulanmalıydı önce. Kılıçdaroğlu’nun hata hanesindeki çiziklerden biri olarak işaretledim zihnimde ben onu. Birçok kişiyle birlikte epey mağduriyet yaşadığı, çile çektiği, haksızlığa uğradığı doğrudur. Ama bütün bunlar milletvekili olmasına yetecek gerekçeler olamaz. Bu çıkış noktası ile Türkiye’nin yarısının milletvekili olması gerekir. İnsanlar bu görevler için seçilirken bu sorumluluğu taşıma gücü çok iyi test edilmeli. Yoksa gelen ve giden tarafların birbirleri ile ilgili attığı yüz kızartıcı tweet’leri silmekle geçer ömürleri. Hadi diyelim dijital dünyadan sildiniz, zihinlerden nasıl silinecek dünde söylenenler ve yaşananlar.

Devamı için tıklayın “İKİ İSTİFA VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ”

KENDİSİ OLAMAYANLAR VEYA FIRTINA SALİH

Toplumumuzda azımsanmayacak kadar insanımızı ben kendisi olamayanlar olarak tarif ediyorum. Bu gruptaki insanların hayalleri, arzuları, hayat planları hep kendi dışındakiler tarafından şekillenmektedir. Onlara sadece bu akışın içine kendini bırakmak kalmıştır. Kendi babamı da ben bu grup içinde düşünürdüm hep. 2015 yılında vefat ettikten sonra yazdığım “O Çocuklarımın Dedesiydi” yazısı ve diğer yazılar blogumun “Babamın Hikayesi” bölümünde yer almaktadır. Aynı benzetmeyi benzer hayat çizgileri olan ve 14 Ekim tarihinde kaybettiğimiz Kayınpederim Salih Kılıçarslan için de yapabilirim. Uzun yıllar kasabanın efsane ismi olan babası Şükrü Çavuş gölgesinde geçen bir hayat bir tercih mi yoksa kabullenme mi idi bunu hiçbir zaman bilemeyecektik. Şükrü Çavuştan sonra direksiyona oturma sırası kendisine gelmesi beklenirken önceleri kendini dünyaya getirenlerin hakimiyetinin yerini kendisinden dünyaya gelenlerin almış olması da kaderin garip bir cilvesi idi. Kendisi olamama halini bir baskı ya da tahakküm olarak anlaşılmasını istemem. Tam tersine reva görülenlerin çoğu tamamen iyiliğe yönelik ihtimam, koruma, kollama, sahip çıkma amacıyla yapılmış olabilir. Zaman içinde bizler için de arkadan gelenler nasıl bir sınıflama yapacak göreceğiz.

Devamı için tıklayın “KENDİSİ OLAMAYANLAR VEYA FIRTINA SALİH”

İSTİKŞAFİ GÖRÜŞMELER

TDK tarafından “Keşif ve tahkik etmeye çalışma, etraf ve teferruatını zahire çıkarma” şeklinde açıklanan İSTİKŞAF sözcüğünü ben ilk kez 7 Haziran 2015 yılındaki genel seçimlerden sonra Ahmet Davutoğlu’nun hükümet kurma çalışmaları sırasında duymuştum. Davutoğlu bu sözcüğü CHP ve MHP ile yaptığı temaslar için kullanmıştı. Uzun süren bu temaslar sonunda hükümet kurulmamış -ki bunda uzlaşma, birlikte yönetme, iş birliği içinde çalışma konusunda henüz yeterince istekli olunmamasının önemi de çoktur-ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan seçimi yenileme kararı almıştı. Ondan sonrasını zaten biliyoruz.

Daha sonra Türkiye ile Yunanistan arasında ilk turu 2002’de yapılan ve 2016’da kesilen görüşmelerin 5 yıl sonra yeniden başlaması içinde İSTİKŞAFİ GÖRÜŞMELER kavramı kullanıldı. Bu görüşmelerde daha önce yapılan 60 turda ele alınan konuların değerlendirileceği akabinde, mevcut durum ve geleceğe yönelik konularda atılacak adımların ele alınacağı bildiriliyordu.

Devamı için tıklayın “İSTİKŞAFİ GÖRÜŞMELER”