BUYRUN BURADAN YAKIN

Mevcut iktidarın birçok icraatını eleştirirken, sağlık konusunda yaptıkları düzenlemelerin en azından eskisine göre ve vatandaşa yansıyan yönü ile olumlu bulduğumu ifade etmişimdir. Bölük pörçük olan hastanelerin birleştirilmesi, randevu sisteminin yerleşmesi, aksayan bir çok yönünün olmasına rağmen tam gün yasasının uygulanışı gibi hususlar bana göre önemsenmesi gereken hususlardı.Bu vesile ile yıllardır yaşanan hasta ile hekimin buluşmasının önündeki engellerin bir dereceye kadar aşılmış olduğunu da söylenebilir. Eş dost arasında ben bunları dillendirdiğim zaman bir çok arkadaşım da yapılanların pek de önemli olmadığını gelişen teknoloji doğrultusunda bunları hangi hükümet olsa zaten yapacağını  ifade ediyordu.Tabi bunun dışındaki ince hesaplar, istismarlar, katkılar, farklar v.b diğer durumlar ayrıca tartışılabilir.

İşlemekte olan sağlık sistemi çerçevesinde iki buçuk yıldan beri babamın sağlık kontrollerine İstanbul’da başladık ve son bir buçuk yıldan beri de Tekirdağ N.K.Ü. Tıp Fakültesi hastanesinde yaptırmaktayız. Son kontrolde bazı yakınmaları sonrasında Rektoskopi işlemi önerildi. İlgili bölümden de bir ay sonrasına (5 Nisan saat:13.00) gün verildi. Günü ve saati geldiğinde bir gün öncesinden gerekli hazırlıklar da tamamlandıktan sonra belirtilen yerde geldik. Saat 13.05 de görevli elimizdeki kağıdı aldı bize: “Hemşire hanım hastayı hazırlasın,işlemi yapalım” dedi. Ben de “Sistem ne de güzel işliyor” diye düşündüm. Ancak aradan neredeyse bir saate yakın zaman geçmesine rağmen  ne hazırlayıcı ne uygulayıcı ortada yoktu. Bir ara içeriye beyaz önlüğü ile oldukça da genç bir kız girince durumu tekrar sordum ve o da  görevlilerin ancak saat14.00 den sonra gelebileceğini söyledi. Ben bu bir saatlik gecikmenin sebebini sorunca belki çocuksu bir saflıkla “Görevliler Cumaya gitti. ancak gelirler” dedi. Biraz tecrübeli veya tembihli olsa serviste, acilde, toplantıda gibi joker sözcükleri de kullanabilirdi. Tabi bu durumda canım sıkılmadı diyemem.  Ben de cumalara olabildiğince gitmeye çalışırım ama babamıza yapılacak hizmetin bu saate rastlaması bize daha hayırlı bir iş yapma fırsatı verdi diye düşünerek bu haftalık ara vermek zorunda kaldım. Gerçekten saat 14.00 civarında görevliler geldiler. Ellerine birkaç dakika sonra 83 yaşındaki babamızı teslim edeceğimiz kişilere tabi ki bir şey de diyemedim. Ayrıca şu sıralar konjoktür de pek uygun sayılmaz “karşı mısın? insanlar inandığı gibi yaşamasın mı?” salvolarına da hazırlıklı olmak lazım. Beni işin mesai saati,yasal sorumluluk v.b yönlerinden çok etik yönü düşündürüyor. 83 yaşında ve 24 saate yakın bir süredir aç ve susuz olarak bekletilen bir kişiye daha önceden öngörülen hizmeti bir saatliğine de olsa geciktirmenin insani, vicdani, islami sorumluluğu sorgulanıyor mudur acaba diye içimden geçti. Sonra da rahmetli dedemin “İnsanlar en büyük günahları sevap işlemek üzere yola çıkarak gerçekleştirirler” sözünü hatırladım birden.

 

BİNDİK ALAMETE……..

İçeriği, sonucu belli olmayan veya her anlamda belirsizliklerle dolu olay ve durumlar ile ilgili olarak halkımızın çok güzel bir deyişi vardır. “Bindik alamete, gidiyoruz kıyamete” şeklindeki bu söz bu günlerde herkesin kendi beklentileri ile doldurarak yaldızladığı daha çok İmralı patentli çözüm süreci için tam yerinde bir ifade gibi geldi bana. Aynı resme bakarak hem cenneti hem cehennemi tarif eden yazar, çizer ve medya tayfasını da görünce yukarıdaki halk deyişi daha bir derinlik kazanıyor.

Gerçi Sayın Başbakanımız “Tek devlet, tek millet, tek bayrak” diyerek sanki sürecin sınırlarını çizer gibi oldu ama cümle galiba biraz eksik kaldığı için tam olarak anlaşılamadan karambole gitmiş oldu. Sayın Başbakanımız tek devlet, tek millet,tek bayrak derken bunları isimlendirmedi. Tek olarak ifade edilen bu kavramların devamı ve tamamlayıcısı olması gerekmez miydi? Bir başka ülkenin Başbakanı olsa mesela “Tek millet vardır o da İngiliz/Alman/Fransız milletidir.Tek bayrak vardır o da İngiliz/ Alman/Fransız bayrağıdır.” şeklinde ifadesini netleştirebilirdi. Tabi böyle bir netlik olmayınca bu yıl Diyarbakır’da düzenlenen Nevruz kutlamalarında her renkten bayrak olmasına rağmen sadece ülkemizin bayrağını göremedik. Bol bol barıştan, birlikten, bütünlükten bahsedilirken bütün bunların sembolü olan bayrağımızın orada olmayışını ben en azından samimiyetsizlik olarak görmekteyim. Gerçi medyada bu ve benzeri konular gündeme geldiğinde iktidarın adeta bağımlılık derecesinde yandaşı Nagehan Alçı Hanımefendi “Bu büyük günün coşkusunu bu tür küçük ayrıntılarla gölgelemeyelim, nereden nereye geldiğimize bakalım” biçimindeki veciz açıklamaları ile bayrağımızı bir teferruat gibi gösterse de içimizi biraz rahatlattı (!) Aslına bakarsanız eğer bu heyecanı ve coşkuyu duymuyorsa göstermelik olarak birkaç bayrağın asılması da bir başka samimiyetsizliğin örneği de olabilirdi. Kim bilir belki de bayrakların coşku ile sallandığı, meydanların adeta gelincik tarlasına döndüğü Cumhuriyet mitinglerinin akıbetlerinden korkulduğu için bayrağımız meydanlara sokulmamıştır (!)

En hazini de bu durumu şiddetle eleştiren ve kınayan çiçeği burnunda İçişleri Bakanımız Muammer Güler’in durumu. Bir taraftan adeta tarihi bir olay gibi devlet vasıtası ile İmralı’nın (Biz de modaya uyalım sembollerle konuşalım) mesajını canlı yayınlarla dünyaya duyurulması gayretlerine yardımcı olunuyor, diğer taraftan da resimlerin asılmasının yasak olduğunu yasal işlem yapılacağı ifade ediliyor.Bu ne yaman bir çelişkidir ve durum ne kadar kontrol altındadır hiç emin değilim. Bir İngiliz deyişinden söz edilir “Eğer saldırıya, tecavüze uğrar,başınıza kötü bir şey gelirse,ayrıca hiç kurtulma şansınız da yoksa bari durumdan zevk almaya bakın” biçiminde bir söz. Biz de durumdan zevk almaya mı çalışsak yoksa.

Blogumdaki yazılarımı takip edenler beni iflah olmaz bir muhalif olarak mı tanıyorlar diye düşünüyorum bazen. Aslına bakarsanız benim süreç (adı barış olsun çözüm olsun her neyse) ya da uygulanan yöntemden çok bu konudaki ilkesizliklerle, samimiyetsizliklerle problemim var. Ben ülkemde inanç ve etnik yönlerden kendini farklı hisseden tüm insanlara çağdaş/evrensel normlardaki tüm demokratik ve kültürel hakların eksiksiz olarak verilmesi gerektiğini düşünürüm. Bunun yolu yöntemi ve tecelli edeceği yer de bellidir. İmralı’nın icazet ve inisiyatifine ihtiyaç niçin duyulur. İşte anlayamadığım şey de bu.

 

VE KIRK YIL SONRA

Takvimlerin 21 Mart 2013 ü işaret ettiği günün sabahı herkes  günlerdir “ Nevruz” üzerine yürütülen tartışmaların beklentisi ve heyecanı içinde idi. Biz ise evveliyatı 40 yıl öncesine dayanan dostluk ve arkadaşlarımız ile buluşmaya ayırmıştık bu günü. İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsüne girdiğim 1973 yılında ev,okul ve sınıf arkadaşlığı ile başlamıştı bu dostluk iki Mehmet Tunçel ile. Birbirinin amca oğlu olan bu iki arkadaşımız aynı adları taşıdığı için birisine “”Guççük Mehmet” diğerine de o günlerde biraz daha kilolu olduğu için “ Enli Mehmet” diyorduk Okulun yakınında önce onların kiraladığı ve benim de sonradan katıldığım bodrum katındaki bir evde başlamıştı hem öğrenciliğim hem de arkadaşlığımız. Daha sonra orasını su basınca yine o civarda bir apartmanın giriş katına hep birlikte taşınmıştık. Üç yıl süren ev,sınıf ve okul arkadaşlığı 1976 yılında okuldan mezun oluncaya kadar sürdü. Kader herkes için ayrı bir yol çizmiş olsa da zaman zaman buluşmamıza ve dostluğumuzun kaybolmasına engel olmadı.Belki 70 li yıllarda “40 yıl sonra kendinizi nerede nasıl görmek isterdiniz?” biçiminde bir soru sorulsaydı acaba hangimiz mevcut durumumuzu resimleyebilirdi?

moda

Birbirimize baktıkça kırk yıllık bir zamanın bedenimizde bıraktığı izleri iyice fark ettik. Giderek seyrelen ve beyazlaşan saçlar,deforme olmaya yüz tutmuş bedenler zamanın acımasızlığını ifade ediyordu. Ancak doğrusunu söylemek gerekirse “Guççük Mehmet” e zaman ve Tanrı biraz torpilli davranmış gibi geldi bana. Mezuniyetinin akabinde Almanya’ya giden ve hala da orada ikamet etmekte olan arkadaşımız Mehmet’in kardeşi Adem ve kızı Carolin’de bu buluşmamızı renklendiren özel ve önemli kişilerdi.

moda

Birlikte geçirdiğimiz bir kaç saat içinde tıpkı 40 yıl önceki heyecanı yaşayarak, deniz kenarındaki bir çay bahçesinde çaylarımızı yudumladık. Daha sonra balıkçıların bulunduğu ve öğrencilik yıllarımızda da uğrak yerlerimiz olan dar sokak aralarında gezindik.Yine o günlerdeki gibi midye tava ve kokoreç merkezli nostaljileri Adem kardeşimiz bize yaşattı. Ayaklarımız yıllar öncesinin alışkanlığı ile bizi Bahariye istikametine sürükledi. Her sınırlı zamanın sonu olduğu gibi bu buluşmayı da Bahariye’de vedalaşarak sonlandırdık. Hepinize teşekkürler arkadaşlar..

 

DOSTLARLA / DOSTLARA KISA BİR ZEMHERİ GEZİSİ

Kadim dostlarımız Salih bey ve değerli eşi Filiz Hanımlarla hemen oluşturduğumuz bir  organizasyon sonucu  8 Şubat Cuma günü akşamı saat 17.30 da kendimizi Yenikapı – Mudanya seferini yapan feribotta buluverdik. İki saatten daha kısa bir sürede Mudanya’ya ulaştık. Oradan da yarım saat kadar sonra Bursa’ya ulaştık. Gece yolculuğunun yorucu olacağı düşüncesi ile önceden  Bursa DSİ tesislerinde gecelemek üzere yerimizi ayırtmıştık.  Konaklayacağımız tesise gelmeden önce bu rezervasyonu gerçekleştiren Filiz Hanımın kız kardeşi Dilek Hanım ve Mustafa beylere uğradık. Evlerine vardığımızda özenle hazırlanmış bir sofrayı bizi bekler halde bulduk. Biraz mahcubiyet biraz da iştahla yemeklerimizi yedik. Yemek sonrası da devam eden ikramların eşliğinde çaylarımızı içtikten sonra Mustafa beyin rehberliğinde gecemizi geçireceğimiz DSİ tesislerine ulaştık. Burada da rahat bir gece geçirdiğimizi söyleyebilirim. Sabah kahvaltımızı da konakladığımız tesiste yaptıktan sonra “Yolcu yolunda gerek” düşüncesi ile 9 Şubat sabahı saat 9.00 sıralarında yola çıktık.Yolculuğumuz komşularımız ve yol arkadaşımız olan Salih beylerin beyaz mercedesi ile son derece keyifli gidiyordu. Yol güzergahı boyunca önce bir yerde kahve molası verdik. Daha sonra dağların yamacında güzel bir tabiat köşesinde beraberimizde getirdiğimiz börek ve içeceklerle ara öğün gerçekleştirdik. Öğleden sonrasına rastlayan saatlerde hedefimiz olan Kuşadasına varmıştık.

 

Kuşadasında Salih beylerin yazlığında iki gün misafir edildik. “Şubat ayında ve yazlıkta,bu ne iş”diye akla gelebilir. Ama verilen talimatla önceden çalıştırılan kalorifer sayesinde kış kışlığını bize pek yapamadı. Fakat iki gün boyunca  havanın yağmurlu olması  Selçuk ve Efes’te düşündüğümüz bazı ziyaretlerimizi ertelememize neden oldu. Kuşadasındaki ilk akşam yemeğimizi öğretmen evinde yedik. Daha sonra ev sahiplerimizin özenli ikramlarına kendimizi teslim ettik. Özellikle Salih Bey’in sabah çeşitli meyveleri  sıkarak oluşturduğu terkip her türlü takdirin üstünde olduğunu söyleyebilirim.

Hava ne kadar yağmurlu da olsa Selçuk ilçesine yakın olan Şirince beldesine gitmemize engel olamadı. Şirince’yi önceden duymuştum ama görmek kısmet olmamıştı. Gerçekten atmosferi ve mimarisi ile nevi şahsına münhasır bir yer diyebiliriz. 19. yüzyıla kadar 1800 hanelik bir Rum köyü olduğu daha sonra mübadele Yunanistan’dan gelen türklerin yerleşimine açıldığı,turizm ve şarapçılığın geçim kaynaklarının başında geldiği bilgisine ulaştım. Yağmurdan korunmak için uğradığımız köy kahvesinde birde okey nostaljisi yaşadıktan sonra  Şirince’yi terk ederek konakladığımız kuşadasına döndük.

 

Salih beylerin daha fazla kalmamız konusunda samimi ısrarlarına rağmen“Ziyaretin makbul olanı kısa olanıdır” ilkesinden hareketle yine o coğrafyada bir başka dostumuzu ziyaret etmek üzere  önce İzmir’e daha sonra da Salihli’ye gitmek üzere Kuşadasından ayrıldık. Toplam 2-3 saatlik bir yolculuktan sonra Salihlide Nursel hanım ve Vedat Beylerin evindeydik. Salihli’nin gerçekten planlı ve yaşanılabilir bir şehir görüntüsü vardı.30-35 yıl öncelere yani Tekirdağ’da çalıştığımız yıllara dayanan dostluğumuz bulunan bu arkadaşlarımızla birlikte çok mutlu zamanlar geçirdik. Salihli’nin meşhur “Odun köfte”sini de bize tanıttılar. Buradan kendilerine tekrar teşekkürlerimi iletiyorum.

 

Salihli’de bir gece geçirdikten sonra artık ikinci ikametgahımız olan Alınoluk’a vardık. Oradaki karşı komşumuz Hasan bey ve Hafize hanımı da kurulu bir sofra ile bizi bekler bulduk. Onlardan da yazlık evimizin klimasını önceden açmalarını rica ettiğimiz için geleceğimizden haberli idiler. Sıcak bir ev, hazır bir sofra böyle seyahatleri kim sevmez ki? Altınolukta kaldığımız 3-4 gün içinde daha önceden de gittiğimiz Güre kaplıcalarına bir kaç kez gittik.Daha sonra diğer yazlık komşumuz Hüseyin bey ile Dicle hanım da geldiler.14 Şubat sevgililer gününü de Hasan beyin bahçelerden topladığı çiçekler eşliğinde üç aile birlikte bizim evde geçirdik.

Hepiniz sağ olun var olun sevgili dostlar…. Soğuk Şubat günleri sizlerin sayesinde ısınıverdi…..

 

ARADA BİR İSTANBUL / ASKERİ MÜZE

Uzun zamandır ara verdiğim “ARADA BİR İSTANBUL”  zincirine bir yazı ekleme fırsatını ancak 2013 Şubatının başında bulabildim. Askeri müzede askerliğini yapmakta olan kayınbiraderimin oğlunu ziyaret ederken müzeyi de gezmiş olduk.. Gerçi 15 yıl kadar önce küçük oğlumla birlikte  bir sınav ertesi bir gezimiz olmuştu bu müzeye. Yıllar sonra bir kitabı yeniden okumak ya da bir dostla yeniden karşılaşmak gibi bir şey oldu bu da.

Sanırım Askeri Müzenin Taksim’e yürüme mesafesinde ve Harbiye Orduevinin yanı başında olduğunu bilmeyenimiz yoktur. Bu ziyaret sırasında 1899-1905 yılları arasında Büyük Atatürk’ün de eğitim gördüğü Müze  binasının 1841 yılında Harp okulu olarak inşa edildiği ve okulun Ankara’ya taşındığı 1936 senesinde kadar hizmetini burada sürdürdüğü bilgisine ulaştım. Bu tarihten sonra askeri hizmet binası olarak kullanılan bina yapılan restorasyonun arkasından 1985 yılından itibaren askeri müze olarak hizmete sunulmuştur.

 

Müzede düzenlenmiş olan bölümler ziyaret edilirken Tarihteki çeşitli Türk devletlerinin kuruluş öyküleri, yapılan savaşlarla ilgili resimleme çalışmaları, o dönemlerde kullanılan taarruz ve savunma araçları,Türk silahlı kuvvetlerinin dünden bu güne geçirdiği gelişim çizgisi değişik biçimde aktarılmaktadır. Ayrıca tarihsel olaylara ait eşya ve belgelerle de ziyaretçilerin belleklerinde yeni ufukların açılması sağlanmaktadır. Pazartesi ve Salı günü dışında haftanın her günü açık olan müzedeki ziyaret saatinizi 15.00-16.00 arasına denk getirebilirseniz Mehteran bölüğünün konserini de izleme olanağı bulursunuz.

Bu arada müze kantininde neredeyse sembolik denecek fiyatlarla açlığınızı geçiştirme  fırsatınızın olduğunu da hatırlatmalıyım. Biz eşimle birlikte ülkemin hiçbir köşesinde çay/su 15 kuruş, neskafe 25 kuruş,ayran 40 kuruş, ayvalık tostu 190 kuruş şeklindeki tarifeye hiç rastlamadığımız için bu bilgi ile yazımı sonlandıralım istedim.

 

2013’E GİRERKEN

Oğlum tarafından bana hediye edilen bu blogda yazmaya başladıktan sonra her yılbaşında bloguma bir yazı girmeyi alışkanlık haline getirmeyi kararlaştırmıştım. Böylelikle 63 yıllık bir yaşamın çok az bir bölümü görüntülü biçimde kalıcı hale getirilmiş olacaktı. Tabi ki biz ulus olarak yazmayı pek beceremeyen ve daha çok da şifahi yönümüzle ilişkileri sürdürebilme özelliğine sahip bireyler olduğumuz için daha ikinci yılbaşı yazımda bile bir aya yakın bir süre rötar yapmış bulunmaktayım.

Yeni yıla girerken evde ve dostlar arasında çokça tekrarladığımız  “Hayat planlar yaparken başımıza gelenlerdir” biçimindeki klasik tanımın doğruluğuna bir kez daha yaşayarak tanık olduk. Aslında  planımız geçtiğimiz yılbaşında bizi davet ederek evlerinde ağırlayan kadim dostumuz Salih beylerle birlikte bu kez bizim fakirhanede 2013 ‘e merhaba demek şeklindeydi.2013e girerken

Hatta bu planın ön hazırlığını bile yaptığımızı söyleyebilirim. Ancak kader bizi annemin ve babamın sağlık sorunları nedeniyle onların  yaşamakta olduğu Muratlı toprakları ile buluşturdu.Yılbaşının da içinde bulunduğu 8-10 günlük bu zaman dilimi içinde özellikle sevgili eşim Nuray’ın katkıları ile bizleri dünyaya getirip büyüten bu kişilerin hayır duaları eşliğinde onların hayatlarını kolaylaştırma ve kendilerini iyi hissettirme çabalarımız oldu.

Bu arada aynı apartmanın bir üst katında oturmakta olan küçük amcamın ve eşinin yılbaşı gecesi davetine katılarak onlarla birlikte olduk Amcam Nusret Mola ile 3-4 yaş farkından ötürü amca,ağabey, arkadaş karışımı bir ilişkimiz olagelmiştir hep. Gece boyunca amcamın eşi Esma’nın hazırladığı ve sunduğu lezzetli yemekleri sırası ile midemize indirdik. 2013 ün ilk saatlerine kadar süren birlikteliğimiz gelecek yıllara ilişkin sağlık, mutluluk dilek ve beklentileri ile girmiş olduk.

Bu vesileyle tüm dost ve yakınlarımızın yeni yılını en içten dileklerimle kutlarım.

 

VE 45 YIL SONRA…

Aşağıdaki yazımı okumadan önce buraya tıklayarak 45 yıl öncesini anlattığım yazıya bir göz atmanızı tavsiye ederim.  Çünkü geçen yılların etkisi ancak böyle anlaşılabilir

2012 yılının son gününü Muratlı’da  geçirmekte iken havanın da güzel ve güneşli olmasını fırsat bilerek küçük amcamın arabası ile bir Hayrabolu yolculuğu yaptık. Bu da beni 44-45 yıl önce bu ilçede ilk görev yaptığım günlere götürdü. Bu yüzden de yazımı resimleri ile birlikte daha önce aynı konuda yazdığım bölüme ilave etmeyi uygun buldum.Yani bir nevi coğrafi ve kronolojik buluşma.  Bir nevi “Hey gidi günler.. nereden nereye “muhabbeti yani.

Bu yolculuk sırasında zamanla her şeyin nasıl ve ne kadar değişebildiğinin iyice farkına vardım. Yıllar önce  50-60 kilometrelik bir uzaklık olmasına rağmen Hayrabolu’dan Muratlı’ya gelebilmek büyük bir sorundu. Ben o zamanlar ya Tekirdağ üzerinden, ya da Alpullu-Karıştıran üzerinden ve de birkaç aktarma yaparak Muratlıya ulaşabiliyordum. Bu da nereden baksanız en az 4-5 saatlik bir zamanımı alıyordu. Oysa şu anki ulaşım imkanları ile aynı yere bir saatten kısa bir zamanda ulaşıldığı gibi, her gün en az dört tarifeli midibüs seferi yapılıyor.

 

Hayrabolu’ya kadar gelmişken  10 kilometre kadar  uzaklıkta  olan ve yıllar önce öğretmen olarak ilk görev yerim olan Karabürçek köyüne de uğramadan edemedik. Burada da bir çok şeyin değişime uğradığına tanık oldum. Ne yazık ki buradaki izlenimlerim beni hayal kırıklığına uğrattı. Bir kere yurdumun her yerinde görülen köyden kente göç burada da yaşanmış. Öğrenci sayısı azalınca  taşımalı sisteme geçilmiş. Gezinen birkaç köpek ve tavuktan başka canlılık belirtisi  neredeyse yok gibi idi. Neyse Muhtarlığın yanında açık olan kahvedeki iki kişiyle  konuştuk. Muhtarın da şehirde oturduğunu ve zaman zaman köye geldiğini söylediler. Geçmişte köyden hatırladığım kişilerle ilgili soruların bir çoğu “ O da rahmetli oldu.” şeklinde cevaplanınca giderek bağlantının koptuğunu hissetmeye başladım.

En çok da iki yıl görev yaptığım ve yüze yakın öğrencisi ile cıvıl cıvıl bir yer olarak anılarımda yer etmiş olan okul ile caminin karşısında imam ile birlikte kaldığımız evi görünce içimde bir şeylerin koptuğunu hissettim. Aslında bu  görüntülere okul ya da ev de denemezdi. Kendi haline terk edilmiş taş,toprak ve yıkıntı yığını demek belki en doğrusu. Dünyanın bir çok yerinde geçmişin nasıl korunduğu ve sahiplenildiğine tanıklık etmiş biri olarak “Biz niye böyleyiz” sorusunu kendime sormadan edemedim. Bizim ki çok garip bir şey. Ne koruyabiliyoruz ne de tamamen yok edebiliyoruz. Bulunduğumuz coğrafyayı daha yaşanabilir hale getirmek yerine, oradan uzaklaşarak mutluluğu başka coğrafyalarda aramak ta Orta Asya’dan beri bizim genlerimizde mevcut galiba diye düşünmeden edemiyor insan.