TÜRBANLI VEKİLLER……

Ülkemizde yıllardır üzerinde çok konuşulan başörtü ya da türban konusunda geçtiğimiz günlerde tabir yerinde ise bir final yaşandı ve nihayet yüce parlamento sanırım dört  adet türbanlı vekiline kavuştu. Gerçi milletvekili seçildiklerinde başları açıktı ama daha sonra hac farizalarını yerini getirmelerine müteakip böylesi bir kıyafetle yasama çalışmalarını  yürütecekleri açıklandı. Zaten daha sonrasını herkes biliyor.

Kapsamı ve içerdiği konular itibari ile epey zenginleşen blogumda uzun süre bu konuya yer vermedim. Çünkü konu çok karmaşıktı ve kör bir insanın fili tarif etmesi gibi herkes bakış açısına göre çok farklı şeyler söylüyordu. Nihayetinde benim de bu konu üzerinde söyleyecek ve yazacak bir şeylerim olmalıydı.  Olay en üst düzeyde bir şekilde çözüme ve de açıklığa kavuştuğu için  konuya belki daha sağduyulu yaklaşabiliriz diye düşünüyorum.

Ben öncelikle bu durumun tek yönlü bir konu olmadığını o yüzden de farklı yönleri ile irdelenmesi gerektiğini kabul edenlerdenim. Çok basit gibi görünen bu olaya dini, yasal, toplumsal ve siyasal yönlerden baktığımızda karşımıza farklı fotoğraflar çıkabilir. Ben bir din adamı olmadığım için konu ile ilgili yüce kitaptan bir kaç ayetten bahsedip  ve arkasından da vardır,yoktur, vardır ama bağlayıcı değildir, şu şekilde olmalıdır, bu şekilde olmalıdır şeklinde ahkam kesmek de istemiyorum. Kaldı ki bu konuda alanlarında son derece yetkin olduklarına inandığımız bir çok ilahiyatçı akademisyenin bile aralarında tam olarak uzlaşamadığını görmekteyiz. O bakımdan bence eğer birey ben böyle inanıyorum ve düşünüyorum diyorsa iş bitmiştir. Buna da sadece saygı göstermek gerekir diye düşünüyorum. Ancak belki birçok din otoritesinin itiraz edemeyeceği  “Baş açık olarak da inançlı ve dindar olunacağı gibi baş örtülerek de günahkar olunabilir” şeklindeki sözümle dini yaklaşım ile ilgili bölümü bitirmek istiyorum.

İşin hukuki ya da yasal yönüne gelecek olursak yıllardır “Yasaklara hayır, türbana özgürlük, halkımızın yüzde yetmişinden fazlasının kullandığı başörtüsü nasıl yasaklanır” feryatlarını hepimiz hatırlarız. Bana en ironik olanı da en son cümledeki çelişkili sorgulama gelirdi. Yani hem halkın yüzde yetmişinin baş örtüsünü rahatça kullanabildiğini öne sürüp hem de yasaklandığını söylemek konuya nasıl toptancı yaklaşıldığının bir göstergesiydi belki. İşin doğrusu başörtüsü konusunda kamuda var olan bazen de uygulamadan kaynaklanan bazı sıkıntıların ve sınırlılıkların mevcudiyetinin ifade edilmesi idi. En son açıklanan açılım paketinden çıkan kamuda başörtüsünün kullanılması ile ilgili müjdenin içinde de hatırlanacağı gibi askeriye,emniyet ve yargı kurumları yoktu. Bazıları her ne kadar buna itiraz etse de demek diğer özgürlüklerde olduğu gibi bununda gerektiğinde sınırlaması oluyormuş. Burada önemli olan bu sınırlamanın anlamı ve kapsamı olsa gerek. Benim ölçülerime göre bu sınırlamada hizmet alan ve hizmet veren kriterleri esas alınmalıydı. Hizmet alanlar için – ki üniversite öğrencileri de bence bu kapsamdadır- hiçbir sınırlama olmaması ve sınırlamanın sadece kamuda hizmet verenler için geçerli olması, yüzünü batıya yani çağdaş dünyaya dönmüş demokratik,laik sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye için en uygun çözüm olması gerekirdi. Tabi popülist politikalar  ve seçmene şirin görünme uğruna bu çizgi pek dikkate alınmadı ve sonunun nereye varacağını tahmin edemediğimiz günümüz noktasına ulaştık.

Gelelim meselenin sosyal ya da günlük hayatımızdaki yaşanmakta olan durumuna. Dini,yasal ya da siyasal yaklaşımlardan uzak bir şekilde bence konunun en çok bu yönü ile değerlendirilmesi ve sorgulanması gerektiği kanaatindeyim. Sorgulamanın da kadınlar adına erkekler tarafından değil bizzat kadınlar tarafından kadın erkek eşitliği, kadın kadın eşitliği bazında ve evrensel anlamda yapılması gerekmektedir. Bunun için de kadınlarımız en tepesinden başlayarak kendi durumlarının farkındalığını yaşayarak ısrarlı ve gerekirse insafsız bir biçimde muhataplarını soru yağmuruna tutabilmeli. Sözgelimi Devletin tepesindekilerin eşleri “Sen Fransa başkanı, Amerikan başkanı gibi giyiniyorsun da ben niye onların eşleri gibi giyinemiyorum.” şeklindeki soruları sorabilir hale gelmelidir.  Ülkemiz her yönden her geçen gün gelişiyor ve zenginleşiyor. Kişi başına milli gelirimiz iki bin dolardan on bin dolara çıktı. Ülkemizin insanları da -özellikle kadınlar- dünya ölçeğinde hemcinsleri ile her alanda rekabet edebilmeli. Bunun içinde en basitinden yetenekleri doğrultusunda aldığı eğitimle dünyanın sayılı balerini, gerektiğinde rahibe ya da fahişe rolünü de en iyi şekilde oynayabilecek tiyatro sanatçısı, ya da sportif alanda en iyi yüzücü, yüksek atlayıcı v.b   olabilmeyi hayal edebilmeli ve de gerçekleştirebilmelidir. İmkanları ve yeteneği olmasına rağmen bunları yapamıyor ise bacımın baş örtüsü sadece başını değil, geleceğinin, hayallerinin, yeteneklerinin, özlemlerinin de üstünü örtmüş olmuyor mu? Bu durumda yüce kitapta yüzlerce yerde geçen “İnsanlığın hayrına olan işlerde yarışın” ifadesi daha belirleyici olmaz mı? Yoksa kadınlarımız  bazılarının ağzında gevelediği ve hatta nerede ise yasalaştırmak için uğraştığı kadınların yapabileceği işler kıskacını kendileri için yeterli mi görmektedir. Kalkınmanın sadece zenginleşmek olmadığını artık herkes bilmektedir. Kadınların tercihini bilmem ama ben bir müslüman olarak zengin bir Kuveyt ya da Suudi Arabistan yerine aynı zenginlikteki İsveç ya da Norveç te yaşamayı yeğlerim

“Herkesin başını örtmesi diye mecburiyet yok. Biz başı açık olanların da teminatıyız” gibi pek inandırıcı gelmeyen beyanları da son günlerde duyunca ister istemez işin siyasi yönüne hafiften girmiş olduk. Bizim belki de millet olarak  en belirgin özelliklerimizden biri de söylemlerimiz ile eylemlerimiz arasında belli bir tutarlığın olmamasıdır. Gerçekten her gruba ve her kişiye eşit uzaklıkta, deyim yerinde ise nötr bir devlet anlayışı olsa zaten hiç kimsenin hiç bir şeyden kaygı duymasına gerek bile olmaz. Eğitim sisteminin yapılanmasından başlayarak açık olarak beyan edilen dindar insan yetiştirme gayretleri kimsenin meçhulü değildir. Belli bir  grubu koruyan kollayan, özendiren bu anlayış ister istemez akla “ Demokraside tüm insanlar eşittir, ama bazıları daha fazla eşittir” özdeyişini getirmektir.

Aslında yazımın başında belirttiğim milletvekillerinin beyan ettikleri tercih bile bana göre kişisel olmaktan çok siyasal bir içerik taşımaktadır. Bilinmektedir ki Türkiye’deki siyasal partilerin özellikle de iktidar partisinin yapısında “liderlik sultası” dediğimiz olgu tartışılmaz bir gerçektir. Hakan Şükür vekilimizin veciz olarak ifade ettiği gibi büyükler her şeyin en doğrusunu bilir ve onların dediği olur. Yani bu hanım vekillerimiz genel başkanlarından bir işaret almasalardı ya da kulaklarına “ Durun henüz erken” şeklinde sözcükler fısıldanmış olsa idi bu tercihlerini yapabileceklerine hiç ama hiç ama ihtimal vermiyorum. Kendileri böylesine siyasal bir oyunun figüranı olmakla belki bir dönem sonrasının alt yapısını da oluşturmuştur ama, kamu vicdanına bakıldığında Allah korkusu ile genel başkan korkusu arasında sıkışmış olarak değerlendirilmekten kurtulamayacaklardır.