BİNDİK ALAMETE……..

İçeriği, sonucu belli olmayan veya her anlamda belirsizliklerle dolu olay ve durumlar ile ilgili olarak halkımızın çok güzel bir deyişi vardır. “Bindik alamete, gidiyoruz kıyamete” şeklindeki bu söz bu günlerde herkesin kendi beklentileri ile doldurarak yaldızladığı daha çok İmralı patentli çözüm süreci için tam yerinde bir ifade gibi geldi bana. Aynı resme bakarak hem cenneti hem cehennemi tarif eden yazar, çizer ve medya tayfasını da görünce yukarıdaki halk deyişi daha bir derinlik kazanıyor.

Gerçi Sayın Başbakanımız “Tek devlet, tek millet, tek bayrak” diyerek sanki sürecin sınırlarını çizer gibi oldu ama cümle galiba biraz eksik kaldığı için tam olarak anlaşılamadan karambole gitmiş oldu. Sayın Başbakanımız tek devlet, tek millet,tek bayrak derken bunları isimlendirmedi. Tek olarak ifade edilen bu kavramların devamı ve tamamlayıcısı olması gerekmez miydi? Bir başka ülkenin Başbakanı olsa mesela “Tek millet vardır o da İngiliz/Alman/Fransız milletidir.Tek bayrak vardır o da İngiliz/ Alman/Fransız bayrağıdır.” şeklinde ifadesini netleştirebilirdi. Tabi böyle bir netlik olmayınca bu yıl Diyarbakır’da düzenlenen Nevruz kutlamalarında her renkten bayrak olmasına rağmen sadece ülkemizin bayrağını göremedik. Bol bol barıştan, birlikten, bütünlükten bahsedilirken bütün bunların sembolü olan bayrağımızın orada olmayışını ben en azından samimiyetsizlik olarak görmekteyim. Gerçi medyada bu ve benzeri konular gündeme geldiğinde iktidarın adeta bağımlılık derecesinde yandaşı Nagehan Alçı Hanımefendi “Bu büyük günün coşkusunu bu tür küçük ayrıntılarla gölgelemeyelim, nereden nereye geldiğimize bakalım” biçimindeki veciz açıklamaları ile bayrağımızı bir teferruat gibi gösterse de içimizi biraz rahatlattı (!) Aslına bakarsanız eğer bu heyecanı ve coşkuyu duymuyorsa göstermelik olarak birkaç bayrağın asılması da bir başka samimiyetsizliğin örneği de olabilirdi. Kim bilir belki de bayrakların coşku ile sallandığı, meydanların adeta gelincik tarlasına döndüğü Cumhuriyet mitinglerinin akıbetlerinden korkulduğu için bayrağımız meydanlara sokulmamıştır (!)

En hazini de bu durumu şiddetle eleştiren ve kınayan çiçeği burnunda İçişleri Bakanımız Muammer Güler’in durumu. Bir taraftan adeta tarihi bir olay gibi devlet vasıtası ile İmralı’nın (Biz de modaya uyalım sembollerle konuşalım) mesajını canlı yayınlarla dünyaya duyurulması gayretlerine yardımcı olunuyor, diğer taraftan da resimlerin asılmasının yasak olduğunu yasal işlem yapılacağı ifade ediliyor.Bu ne yaman bir çelişkidir ve durum ne kadar kontrol altındadır hiç emin değilim. Bir İngiliz deyişinden söz edilir “Eğer saldırıya, tecavüze uğrar,başınıza kötü bir şey gelirse,ayrıca hiç kurtulma şansınız da yoksa bari durumdan zevk almaya bakın” biçiminde bir söz. Biz de durumdan zevk almaya mı çalışsak yoksa.

Blogumdaki yazılarımı takip edenler beni iflah olmaz bir muhalif olarak mı tanıyorlar diye düşünüyorum bazen. Aslına bakarsanız benim süreç (adı barış olsun çözüm olsun her neyse) ya da uygulanan yöntemden çok bu konudaki ilkesizliklerle, samimiyetsizliklerle problemim var. Ben ülkemde inanç ve etnik yönlerden kendini farklı hisseden tüm insanlara çağdaş/evrensel normlardaki tüm demokratik ve kültürel hakların eksiksiz olarak verilmesi gerektiğini düşünürüm. Bunun yolu yöntemi ve tecelli edeceği yer de bellidir. İmralı’nın icazet ve inisiyatifine ihtiyaç niçin duyulur. İşte anlayamadığım şey de bu.

 

VE KIRK YIL SONRA

Takvimlerin 21 Mart 2013 ü işaret ettiği günün sabahı herkes  günlerdir “ Nevruz” üzerine yürütülen tartışmaların beklentisi ve heyecanı içinde idi. Biz ise evveliyatı 40 yıl öncesine dayanan dostluk ve arkadaşlarımız ile buluşmaya ayırmıştık bu günü. İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsüne girdiğim 1973 yılında ev,okul ve sınıf arkadaşlığı ile başlamıştı bu dostluk iki Mehmet Tunçel ile. Birbirinin amca oğlu olan bu iki arkadaşımız aynı adları taşıdığı için birisine “”Guççük Mehmet” diğerine de o günlerde biraz daha kilolu olduğu için “ Enli Mehmet” diyorduk Okulun yakınında önce onların kiraladığı ve benim de sonradan katıldığım bodrum katındaki bir evde başlamıştı hem öğrenciliğim hem de arkadaşlığımız. Daha sonra orasını su basınca yine o civarda bir apartmanın giriş katına hep birlikte taşınmıştık. Üç yıl süren ev,sınıf ve okul arkadaşlığı 1976 yılında okuldan mezun oluncaya kadar sürdü. Kader herkes için ayrı bir yol çizmiş olsa da zaman zaman buluşmamıza ve dostluğumuzun kaybolmasına engel olmadı.Belki 70 li yıllarda “40 yıl sonra kendinizi nerede nasıl görmek isterdiniz?” biçiminde bir soru sorulsaydı acaba hangimiz mevcut durumumuzu resimleyebilirdi?

moda

Birbirimize baktıkça kırk yıllık bir zamanın bedenimizde bıraktığı izleri iyice fark ettik. Giderek seyrelen ve beyazlaşan saçlar,deforme olmaya yüz tutmuş bedenler zamanın acımasızlığını ifade ediyordu. Ancak doğrusunu söylemek gerekirse “Guççük Mehmet” e zaman ve Tanrı biraz torpilli davranmış gibi geldi bana. Mezuniyetinin akabinde Almanya’ya giden ve hala da orada ikamet etmekte olan arkadaşımız Mehmet’in kardeşi Adem ve kızı Carolin’de bu buluşmamızı renklendiren özel ve önemli kişilerdi.

moda

Birlikte geçirdiğimiz bir kaç saat içinde tıpkı 40 yıl önceki heyecanı yaşayarak, deniz kenarındaki bir çay bahçesinde çaylarımızı yudumladık. Daha sonra balıkçıların bulunduğu ve öğrencilik yıllarımızda da uğrak yerlerimiz olan dar sokak aralarında gezindik.Yine o günlerdeki gibi midye tava ve kokoreç merkezli nostaljileri Adem kardeşimiz bize yaşattı. Ayaklarımız yıllar öncesinin alışkanlığı ile bizi Bahariye istikametine sürükledi. Her sınırlı zamanın sonu olduğu gibi bu buluşmayı da Bahariye’de vedalaşarak sonlandırdık. Hepinize teşekkürler arkadaşlar..