DIŞARDAN BAKINCA

Bilmem büyüklerimiz ya da yöneticilirimizden öyle mi öğreniyoruz, ya da zaten biz hep böyleyiz ve kendimizi değiştirmek yoksunluğu içinde galiba bir çok konuyu açık yüreklilikle ve samimi bir biçimde birbirimizle konuşamıyoruz. Gerek bireysel hayatta ve gerekse de toplumsal yaşamımızda önyargılardan, niyet okuma hevesimizden ve karşımızdakini hemen tuzağa düşürme kurnazlığından bir türlü kurtulamıyoruz. Karşımızdakinden gerçeği duymak yerine doğruluğuna, yanlışlığına bakmadan işitmek istediklerimizi dillendirmesini bekliyoruz. Bu itibarla da bir çok insan ya susuyor ya da kişisel çıkarları da işin içine girdiğinden inanarak ya da inanmayarak hoşa giden şeyleri yazmak ya da söylemek durumunda kalıyor. Böylece kralın çıplak olduğunu söylemek çok az kişiye nasip  oluyor tabi.

Söz gelimi hükümetin dış politika uygulaması bağlamında sade bir vatandaşın kendi samimi gözleminden hareketle Suriye ve İsrail ilişkilerindeki gariplikleri ifade etmeye kalksa “Sen Beşer Eset’ten yana mısın? Yapılan zulümlere ortak mı olmak istiyorsun?” tuzağı sizi hazır bekliyor. Ya da Taksim’e Çamlıca’ya cami ve başörtü ile ilgili birkaç  söz söylemeye kalksanız “İnsanlar özgürce inançlarını yaşamasın mı? Yoksa sen camilere karşı mısın?” karşı atakları sizi ateistlikle etiketleme sonucuna kadar götürebiliyor. Yine yıllardan beri sürmekte olan hukuksuzluklardan, adeta infaza dönüşmüş olan tutukluluklardan söz etmeye kalksanız “Sen Ergenekoncu musun, darbeci misin? Vesayet rejiminin devam etmesini mi istiyorsun?” suçlamaları alnınıza yapışmaya hazır beklemektedir.

Hal böyle  olunca da insanların bir çoğu bazı konularla ilgili gerçek düşüncelerini açık ve samimi olarak ifade etmekten korkar ve çekinir hale geliyor. Ama ben yine de karınca kararınca sıradan bir yurttaş olarak beğenilir mi, beğenilmez mi, ya da hangi etiketlenme ile itham edileceğim endişesine kapılmadan bazı konulardaki samimi düşüncelerimi dilim döndüğünce açıklamaya devam edeceğimi belirtmek isterim.

Açıkça söylemek gerekirse son aylardaki ülkemizin Suriye ile ilgili politikasını hiç anlamış değilim. Tabi ben konuyu hiçbir zaman “Düne kadar can ciğer kuzu sarması kardeştiniz yediğiniz içtiğiniz ayrı gitmiyordu. Şimdi ne oldu da….” kolaycılığı ile değerlendirmek istemem. Ama ülkemizde bir çok olumsuzluklar yaşanırken gösterilmeyen “Artık bıçak kemiğe dayandı” tepkisini de biraz tuhaf bulduğumu söylemeliyim. Dış politika gibi bir çok değişkeni olan ve son derece karmaşık ilişkilerde  kim haklı kim haksızdan çok bu konu bizim ülke çıkarlarımızı nasıl etkiler onun sorgulanması gerekir diye düşünüyorum. Bu sorgulama sonucunda da bir kaç hamle sonrası gelişebilecek durumlarla ilgili sağlıklı bir öngörünün geliştirilmiş olmasına ihtiyaç vardır.

Yaşanan zulüm elbette yürekler acısı bir durumdur. Ama bu durumun yaşanmasıyla  ilgili bir çok sorunun cevabı henüz verilememektedir. Essed iktidarına karşı desteklenen muhaliflerin gücü nedir ve Suriye halıkının ne kadarını temsil etmektedirler? Desteklenen bu muhaliflerin Türk tırlarını yakması ve haraca bağlaması nasıl açıklanabilir? Essed’in bıraktığı boşluğu dolduran ve içinde terör örgütü  PKK uzantılarının da bulunduğu Suriye kürtleri kendi özerk yönetimlerini kolayca kuruvermeleri beklenen bir durum muydu? Yoksa şimdi de nur topu gibi bir “Kuzey Suriye” miz mi doğdu. Bütün bunların arkasından “Bu tür oluşunlara kesinlikle izin vermeyiz” beyanları hatta birtakım kırmızı çizgiler de ortaya atılabilir. Fakat ne yazık ki biz bu filmi daha önce de Irakta görmüştük. Kısacası gelinen ve yaşanan durumda ise tam bir belirsizlik ve hazırlıksızlık fotoğrafı göze çarpmaktadır. Küresel güçler kenarda sessizce olan biteni izlerken kraldan çok kralcılık diyebileceğimiz bir rolü bize adeta sufle etmektedirler. Galiba bizim sıfır sorun olarak yola çıkılan dış politikamız trübünlere dönük bir tarzda geliştiği için çok sorun olma noktasına gelmiş bulunmaktadır.

Dış politikadan ekonomiye,boğaza yapılacak üçüncü köprünün yerinden Çamlıca’ya yapılacak camiye, insanların kaç çocuk doğuracağından nasıl doğuracağına kadar bir çok konuda tek bir kişinin sözünün geçtiği ileri demorasimizde akil adam olarak kabul edilip fikrine başvurulacak nitelikteki birçok insanın da monşerler diyerek aşağılandığı  bir politikanın bizi getirdiği bu noktaya galiba pek de şaşırmamak gerekir diye düşünüyorum. Artık konu “Van minüt” çıkışı ile halledilecek boyutu da aşmaktadır.

“Van minüt” deyince bir kaç cümle de İsrail ve bu ülke ile ilgili uygulanmakta olan politikalardan bahsetmekte yarar var sanırım. Bölgede İsrail’in uyguladığı zulüm elbetteki tasvip edilemez. Bunun temelinde İsrail’in varlığına yönelik tehditlere karşı olağanüstü duyarlı olması ve buna bağlı olarak da tepkisinin çok şiddetli olduğunu görmekteyiz. Herkes hatırlayacaktır, bir İsrail askerinin kaçırılması sonrasında İsrail ortalığı darma duman etmiş ve bu durum başta bizim ülkemiz olmak üzere –ve de haklı olarak-bir çok ülke tarafından eleştirilmişti. Bence burada eleştirilecek kadar bizim için ders çıkarılması gereken bir durum da yok mudur?

Artık şehitlerimizin sayısının iki basamaklı olmadığında yazılı ve görsel basında adeta sıradan bir haber haline geldiği, şu anda terör örgütü tarafından kaçırılmış  ve aylardır onun elinde tutsak tutulan askerimizin ve kamu görevlilerinin olduğu bir çoğumuz tarafından bilinmiyor ya da unutulmak üzere olduğunu düşündüğümde  bir vatandaş olarak ” Benim insanım, benim askerim İsrail askerinden daha mı az değerli ya da benim yöneticilerim böylesi durumlarda İsrail yöneticilerinden daha az mı duyarlı” diye sormadan edemiyorum.