SEN/BEN VE ÖTEKİ BEN’LER(3)

SEN-Bak gördün mü akşam gittiğimiz komşuları. Bulaşık makinesine bulaşıkları hep …..hanımın eşi  yerleştiriyormuş. Ayrıca balığı da o pişirdi. Belki de salatayı da o yapmıştır. Hanım ise sadece tabakları kaşıkları  koydu o kadar. Bunlardan bir ders çıkarabildin mi?

1.BEN(Normal Ben)–  Hiç telaşa mahal yok.Tabi gereken her durumda gereken her şey yapılacaktır. Sen sadece hatırlat yeter.

2.BEN(İlkel Ben)– Bulaşık makinesine tabak çanak yerleştiriyormuş… onu yapıyormuş bunu yapıyormuş. Bulaşıkları makineden çıkarıyor muymuş. Çamaşırları makineye koyup yıkandıktan sonra çıkarıp asıyor muymuş? Onu niye sormadın muhakkak onları da yapıyordur. Biraz daha zorlasanız belki adama çocuk bile doğurtursunuz siz .Hep işinize gelen örnekleri burnumuzun dibine koyuyorsunuz. Karşı komşunun karısı bulaşıkları da çamaşırları da elde yıkıyor. Üstüne üstlük 3 çocuğa da bakıyor hem de gıkı bile çıkmıyor. Siz de ondan ders alsanıza…..

3.BEN(İdeal Ben)– Hakikaten   … Beyin bulaşıkları bulaşık makinesini yerleştirerek eşine yardımcı olması çok güzel. Birbirini seven insanların birlikte yaşanılan hayatı kolaylaştırmak ve kaliteli hale getirmek gibi bir yükümlülüğü olmalı. Ve bu yükümlülüğü de zevkle yerine getirmeliler. Elbette ben de senin için aynı şeyi seve seve yaparım.Böylelikle birbirimiz için çok daha fazla zaman ayırmış oluruz. Bunu bu örneğe ve gözleme gerek kalmadan niye fark edemedim acaba….

 

NOT: Yazıda sözü geçen kişi ve olaylar gerçek dışı olup tamamen kurgusaldır.

SEN/BEN VE ÖTEKİ BEN’LER(2)

SEN- Hemen televizyonu aç. Başka şey bildiğin yok. Televizyondaki haberler benden daha mı kıymetli yoksa? Bana söyleyecek ya da bizim konuşacak hiçbir şeyimiz kalmadı mı?…/Aç bari şu televizyonu sen nasılsa bir şey konuşmazsın bari bir dizi falan izleyelim. Dur Muhteşem yüzyıl varmış onu izleyelim madem…bak gördün mü Kanuni Sultan Süleyman Hürrem’e, Sadrazam Pargalı Damat İbrahim paşa Hatice Sultana nasıl iltifatlar yapıyor. “Benim birlikte olduğum, sevdiğim, parıldayan ay’ım, can dostum, en yakınım, güzellerin şahı sultanım. Hayatımın, yaşamımın sebebi cennetim, kevser şarabım. Baharım, sevincim, günlerimin anlamı, gönlüme nakşolmuş resim gibi sevgilim, benim gülen gülüm. Sevinç kaynağım, eğlenceli meclisim, nurlu parlak ışığım, meşalem. Turuncum, narım, narencim, hayatımın aydınlığı. Gönlümdeki Mısır’ın sultanı, varlığımın anlamı, İstanbul’um, Karaman’ım, Bütün Anadolu ve Rum ülkesindeki diyara bedel sevdiğim.” Sözleri gibi her dizide 20-25 çeşit iltifat sayıyorlar. Sen niye yapmıyorsun. Tabi ki sevsen yaparsın. Ama insanın içinden gelmeli. İçinden gelmeyince sevmeyince nasıl söyleyeceksin ki?

1.BEN(Normal Ben)–  Benim için hiç önemli değil televizyonu açabiliriz de kapayabiliriz de. Ayrıca Kanuni Sultan Süleyman’ın da Pargalı’nın da iltifatlarını benim tarafımdan aynen sana yapılmış sayabilirsin.

2.BEN(İlkel Ben)– Hayret bir şey yahu televizyonu açsan bir türlü açmasan bir türlü.Açsan da kabahat açmasan da kabahat. Bir de Hürrem çıktı başımıza. Ben Sultan Süleyman ya da Pargalı İbrahim değilim. Sen de Hürrem ya da Hatice sultan değilsin. Bizim evimiz Topkapı sarayı değil, Bahçemiz de Has bahçe değil. Bizim odalar da harem odaları değil. Ayrıca bizim hayatımız da dizi değil. Adamlar iltifatları sayfalar dolusu yapar ama öte yandan haremde kimin kiminle halvet olduğu belli değil. İşin o kısmından hiç kimse bahsetmiyor ama. Ne zaman başkası gibi olma karşılaştırmalarının girdabından çıkıp kendimiz gibi olma zenginliğimizi fark edeceksin bilemiyorum…

3.BEN(İdeal Ben)– Televizyon da ne demek? Elbette ki sen benim için her şeyden ve herkesten önemlisin. Ben seninle saatlerce konuşsam yine bıkmam. Beraberliğimizin, birlikte sohbetimizin değerini ben hiçbir şeyle kıyaslayamam. Tabi nasıl istersen istediğin sevdiğin dizi varsa onu da izleyebiliriz. Aaaa o iltifatlar mı? Senin kendi varlığını o kelimelerle sınırlamana şaşarım. Onların sarfetttiği ve sarfedeceği kelimelerin tamamı seni tarif için yeterli  gelmez. Hürrem de kimmiş Hatice Sultan da kimmiş onlar senin eline hiç su dökebilir mi? Onlar senin tırnağın bile olamaz. Ben seni bin Hürrem’e milyon Hatice sultana değişmem. Sen sarayların değil gönüllerin sultanısın…

NOT: Yazıda sözü geçen kişi ve olaylar gerçek dışı olup tamamen kurgusaldır.

SEN/BEN VE ÖTEKİ BEN’LER(1)

SEN-Anladım ki ben hasta olduğum zaman çok daha hassas ve kırılgan oluyorum. Benimle ilgilenilsin istiyorum. Doktora götürülmek için ısrar edilmesini bekliyorum, halbuki ben sağlamken böylemi idim? Sen de benimle hasta olduğumda  pek ilgilenmiyorsun gibime geliyor. Belki de hasta olduğum için beni sevmiyorsun bile….

1.BEN(Normal Ben)– Hastalık elbette iyi bir şey değil. İnsanı değiştirmesi de gayet doğal. Geçen gün gittiğimiz doktorun ilaçları iyi gelmedi galiba. Bir uzmana çıkalım istersen.

2.BEN(İlkel Ben)– Hasta olduğu zaman hassas oluyormuş, kırılgan oluyormuş. Hasta olmadığın zaman var mı sanki? “ Yan baş ağrılarım başladı yine minoset mi içsem yoksa majezik mi? Tansiyonum mu çıktı acaba, Bu boynum ne olacak boyun fıtığı mıyım yoksa Boğazlarım yanıyor faranjit oldum galiba.Ssırtlarımın ağrısı bir türlü geçmiyor, Ay yukarı bakamıyorum yine başım dönüyor, Bileğim yine nüksetti ortopedicinin aparatını nereye koymuştuk, Midem yine azacak galiba lansor mu yazdırsam işe yarar mı ki, Belim bacağıma doğru çekti dur biraz dinlenelim, Varislerim de iyice azdı “ gibi cümleleri  kurmadığın ve kullanmadığın bir gün var mı ki? Hastalığında değişiyor hassas oluyormuş. Hasta olmadığını söylediğin bir gün var mı ki karşılaştırma yapabilelim…

3.BEN(İdeal Ben)– Hasta olmak insanın kendi seçimi değil ki hayatım. Herkes bir şekilde hasta olur. Hassas ve kırılgan olmanı da elbette anlayabiliyorum. Ne demek hasta olduğun zaman ya da hasta olduğun için sevmemek. Ben seni iyi gününde de kötü gününde aynı tutku ile severim ve yanında olurum. Biz bu günler için birbirimize gerekliyiz. Bu günler de birbirimizin yanında olmazsak ne zaman olacağız? Şöyle bir uzan bakayım sen şu yastığı da arkana al. Biraz kolonya ile bileklerini alnını bir ovayım muhakkak iyi gelecektir. Bir de sıcak bir çorba yapayım boğazlarına çok faydası olur.Ayaklarına sıcak su torbasını hazılayayım.Yok yok ütüyü ısıtıp getirsem daha iyi olacak galiba.  Dur bir  nabzına ve ateşine bakayım. Tansiyon aletimiz nerede idi? Yok bu böyle olmaz hemen hazırlan ben bir taksi çağırıyorum ve hemen acile gidiyoruz….

NOT: Yazıda sözü geçen kişi ve olaylar gerçek dışı olup tamamen kurgusaldır.

SIRADIŞI YA DA FARKLI OLANLAR(2)

Abdullah Çakmak bizim dünyamıza çok özel bir isim olan teyzemizin kızı Şükran ablamızın eşi olarak girdi. Ondan sonra da adı “Aptulla enişte” ya da sadece “Enişte” olarak geçecekti. Ne var ki o bizim dünyamızda sıradan bir kelime ya da akraba kavramının çok ötesinde bir anlama sahipti. Sanki hep varmış duygusu yerleşmişti yüreklerimize.

Öğrencilik yıllarımızda  tatil ya da bayram buluşmalarında  gerek oyun masası ve gerekse sohbet masası birlikteliklerin hep özlenen insanı oldu. Onun konuşulan her konuyu zenginleştiren bir katkısı, her çözümsüzlüğe bir çaresi vardı sanki. Dedemlerin dahi aradığı “Aptulla güveee  bir başka” sözleri ile yücelttiği ve özlediği bir kişiliği vardı.

düğün1

1978 yılında Nuray ile evlendiğimizde düğünle ilgili seremoni de Nuray’ın memleketi olan Tokat/ Reşadiye’de gerçekleşmişti. Yakın dost ve tanıdıklarımızla birlikte onu da davet ettiğimde  eşi olan teyzemin kızına söylediği:” Ne dersin Şükrancığım arabaya atlar gideriz değil mi?”  cümlesinin  gerçekleşme ihtimalini az bile bulsam bu kadarı bile beni mutlu etmeye yetmişti. O sıralarda ulaşımın çok daha zor olduğu bu yöreye benim için gelmesi beni çok sevindirirdi ama doğrusunu söylemek gerekirse gelmeseler de kırılmaz ve üzülmezdim.

düğün2

Neyse evlilik tarihi yaklaşınca en yakın akrabalardan oluşan sınırlı sayıda bir grupla otobüse atlayıp yaklaşık 15 saatlik bir yolculuktan sonra Reşadiye’ye ulaştık. Tabi bu grup içinde eniştemiz yoktu. O günün şartları ve geleneklerine göre yapılması gerekenler yapıldı .Aslına bakarsanız  “Şu  karmaşa ve kaos bir an önce bitse de işimize gücümüze baksak” düşüncesindeydim açıkçası. Bu karmaşa içinde bir ara bahçeye bir arabanın yaklaştığını gördüm. Bu Abdullah eniştenin koyu lacivert renkli 1953 model Mercedes arabasının ta kendisi idi Biraz yaklaşınca arabadan eşi şükran ablamız ve iki çocuğun (Çağatay ve Özgür ve hatta o sırada annesinin karnında doğmayı bekleyen Egemen’i de sayarsak üç çocuk da diyebiliriz.) da çıktığını görünce sanki dünyalar benim olmuştu. Bu durum benim için 10-15 saatlik yolu kat ederek bir davete icabet etmekten çok daha farklı ve çok daha fazla bir şeydi. Yapılacak işlerle ilgili karmakarışık olan beynimin son derece rahatladığını hissettim birdenbire. Biliyordum ki onun bulunduğu yerde her şeyin bir çaresi ve çözümü vardı.

düğün3

Tahmin edileceği gibi onun 53 model koyu lacivert arabası gelin arabası haline geldi. Ankara Kızılcahamam’da bir gece konakladık. Bolu civarında Aban’tta biraz mola verdikten, Üsküdar’daki diğer teyze kızına da uğradıktan sonra bir Eylül akşamının alacakaranlığında Muratlıdaki evimize ulaşmış olduk. Uzun yıllar ,hatta bir ara evlerinin yanına hurda olarak terk edildikten sonra dahi o lacivert arabanın yanından geçerken Nuray’la bir birimize bakıp :”Bak gelin arabamız hala burada” diye o günleri ve o günlerde bizler için yapılan özveriyi anımsıyorduk.

düğün4

O yıllarda biz Tekirdağ Eğitim Enstitüsünde , o da Tekirdağ’daki bir askeri birlikte sanırım yüzbaşı rütbesi ile görev yapıyordu.Daha sonra askerlikten emekliye ayrıldı.Tekel Başmüdürlüğünde,Trakya cam sanayinde üst düzeyde yöneticilikler yaptı.Bir ara ticarete de atıldı. Doğrusunu söylemek gerekirse bu sahada pek başarılı olduğunu sanmıyorum. Belki de bu alan için gereğinden fazla iyi birisi idi.

düğün5

Tekirdağ’da çalıştığımız yıllarda annemin kolunun kırıldığında,büyük oğlumun doğumunun hemen ertesinde sarılık olup hastaneye kaldırılışında onu hep yanımda gördüm. Hatta bir keresinde bir yaşına yaklaşan büyük oğlumun karın ağrısı karşısındaki çaresizliğimizi “hemen kahve limon yapalım” gibi basit ama işe yarayan tavsiyesi ile aştığımızı çok iyi hatırlıyorum. Bütün bu ve buna benzer olaylar olurken kendisine bir davet bir çağrı veya talepte de bulunmuş da değildik. Zaten o günler de sabit telefon herkesin evinde yoktu ve cep telefonlarından ise  henüz daha söz dahi edilmiyordu. “Hızır gibi yetişmek” dediğimiz şey gibi mutlaka tanrı onun o saatte orada olmasını istiyordu gibi geliyordu bana.

düğün6

Bazen inanmadığınız ya da inandırıcı bulmadığınız sözler vardır ”Hiçbir iyilik cezasız kalmaz” ya da “iyiler çok yaşamaz” gibisinden. Fakat beklenmedik ya da plan dışı bazı şeyler yaşandığında insan ister istemez bu sözleri anımsıyor. Abdullah enişteye yine bir başkasının derdine derman olmak için (Onun kayın pederi bizim de Nuri dayımız) uğraşırken rastlantı sonucu kendinin ses kısıklığını fark eden doktorların başlattığı tetkikler sonucu o hep duyduğumuz, bizlerden ırak olsun dediğimiz hastalığın iyice ilerlemiş şeklinin tanısını koyuveriyorlar.Ve galiba o saatten sonra yapılacak fazla bir şey de yoktu. Bazen kendi kendimizi sevindirmeye dönük yorumlamalar,ışın-kemoterapi tedavileri, zakkum çiçeğinden yapılan ilaçlar,birlikte İnanlı çeşmesinden topladığımız ısırgan otları da hiçbir işe yaramadı. Hastalığın teşhisinden altı ay kadar sonra 1989 yılında daha kırklı yaşların ortasında Abdullah eniştemiz aramızdan ayrıldı.

Ruhu şad olsun. Allah gani gani rahmet eylesin.