GÖRÜLEN LÜZUM ÜZERİNE

Alanya seyahatimizle ilgili izlenimlerimi yazarken üç günlük olarak rezerve ettiğimiz öğretmenevindeki konaklama süresini görülen lüzum üzerine altı güne çıkardığımı belirtmiştim. “Görülen lüzum üzerine” ifadesi bizden önce  ve bizim kuşak için  çok tanıdık bir ifadedir. Alınan bir kararın veya gerçekleştirilen herhangi bir tasarrufun herkesçe çok bilinen ancak açık olarak anlatılamayan formel veya enformel gerekçesi olarak kullanılmıştır çokça. Yani “Fazla uzatmayın ben öyle uygun gördüm.”  Biçimindeki açıklamaya daha uygun bir anlayışı ifade eder.

Bizim Alanya’da üç günden daha fazla kalmamızı açıklamak için; deniz güzel, şehir güzel,doğa güzel,yemekler güzel v.b birçok gerekçe sıralanabilirdi. Tabi bunların da etkisi yok değildi. Ama bir gerekçe daha vardı. Bunu burada açıklamak ne dereceye kadar doğru ve gerekli bilemiyorum. Ancak o günlerde büyük oğlumla bilgisayarda yaptığım yazışmalar sırasında blogumda ayrıntılı olarak açıklayacağıma söz verdiğim için biraz detaya girmek ihtiyacını hissediyorum.

Alanya’ya geldiğimizin sanıyorum hemen ertesi günü idi.(Galiba 6 Ekim Çarşamba günü olacak) Sabah saat 9.00-9.30 civarında bir bankadaki işimi bitirdikten sonra öğretmenevindeki 303 nolu odada yatağın yanındaki bir koltukta otururken başımın –belki de etrafımın- döndüğünü hissederek 1-2 metre yanımda bulunan yatağıma uzanma ihtiyacı hissettim. Tabi ne olduysa ondan sonra oldu. Yatağa uzandım yerine, yatağa yığıldım demem belki daha doğru olurdu. Gözümü aralayıp baktığımda  tavanın atlı karınca misali sürekli dönmekte olduğunu görünce gözlerimi tekrar kapama ihtiyacı duyuyordum. Beynim özellikle ayaklarıma hiç hükmetmiyordu. Kalkmak kımıldamak ne mümkündü? İnsan kendini adeta pelte gibi hissediyor. O anda insanın aklından neler geçmiyor ki?   Söylediklerin, söyleyemediklerin, yaşadıkların,yaşayamadıkların,yazdıkların,yazamadıkların, yakınların, dostların, sevdiklerin, hepsi bir film şeridi gibi beyninden akıyor. Ölümün soğuk nefesi bile bu arada   resmi geçide katılıyor.

Bir ara gözümü tekrar kapattığımda nerden geldi veya nereden takıldı bilemiyorum gözümün önüne daha önce bilgisayarda sıkça oynadığım skraybl  tablosu gelmeye başladı. Zemini yeşil olan bu tablo biraz grileşmiş şekliyle gözümün önünden kayıp duruyordu. Kelimenin,cümlenin iki-üç katı  kutucuklarına rastlayan  F,J,V,Ğ harflerini içeren sözcükler uygun yerlere cuk oturuyordu. Puanlar katlanarak artıyordu. Bu kabus ve karmaşa tam olarak ne kadar sürdü bilmiyorum. Hatta bir ara dalıp uyur gibi de oldum. Sanıyorum bir saatten fazla geçti. Bir ara tekrar gözlerimi açıp tavana bakmayı denedim. Bir yandan da ya tekrar tavan dönerse diye de endişe ediyordum. Tavanın yavaş yavaş sabitlendiğini görünce biraz rahatladım. Önce  güçlükle de olsa doğrulmayı denedim. Ayaklarımın beni güçlükle de olsa taşıyacak duruma geldiğini hissettim. Sevgili eşim Nuray’ın da desteği ve yardımı ile en yakındaki sağlık ocağına gittik. Doktora durumu anlattım. Tansiyonumu ölçtürdü normaldi.(13,8 çıktı) Daha sonra doktor kendince bu durumun gerekçesi ve sebebi olabileceğini tahmin ettiği bir dizi soru sordu. Tansiyon var mı?,Sıcakta çok kaldın mı?Kusma veya bulantı var mı? Feşmekan tür yiyecekler yedin mi? Mide ve bağırsaklarından şikayetin var mı? Şurası acıyor mu? Burası ağrıyor mu? v.b. soruların ben hepsine hayır cevabı verdim. Zaten gerçek olan da buydu. Bunun üzerine doktor da hiçbir açıklamaya gerek duymadan  “Size iki ilaç yazıyorum.Biri halsizlik için diğeri de baş dönmesi için” dedi. Reçeteyi elimize alarak en yakın eczaneden ilaçlarımızı aldık. Bir gün sonra yüzde yetmiş,üç gün sonra da kendimi yüzde doksan olarak iyileşmiş hissettim. Allaha şükür şimdi daha da iyiyim.

Derinliğine düşününce belki şükredecek çok daha fazla şeyimiz olduğunun farkına vardım. Olayın kendisi çok sevimli olmasa da meydana geliş zamanı ve ortamı bakımından şanslı olduğum kanaatini taşıyorum. Yatağımın hemen yanındaki koltukta ve yardımcı olabilecek en yakın kişinin yanında olmak yerine sokakta,araçta ve daha da kötüsü denizde yüzerken olsaydı sonucu ve akıbetini düşünmek bile istemiyorum. Bu yazıyı”Bakalım Mevlam neyler,neylerse güzel eyler” cümlesi ile bitirmek galibe en iyisi.

Herkese sağlıklı günler ve yıllar……………….

ZEYTİN ÜZERİNE

Körfezin muhteşem serinliğini yaşadıktan sonra sırtımı denize vererek kaz dağlarının zeytinliklerine kendimi salıverdim öylesine. Bir zeytin ağacına sırtımı yasladım. Zeytin dallarının yeşilliği karşısında büyülenmemek elde değildi. Daha dikkatlice dinlediğinde adeta her bir ağacın kendi hikayesini fısıldadığını duyabiliyordunuz.

“Ben artık yılları saymayı unuttum. İnsanoğlu benim ömrümün 2000 yıl olduğunu söylüyor. Hiç düşünebildiniz mi insanoğulları olarak sizler 70-80 yıllık bir ömre neler sığdırıyorsunuz ve benim 2000 yıllık ömrüme neler sığdıralabileceğimi  “Zeytin yağlı yiyemem…” diye başlayan türküleriniz var ama zeytinyağlı…. diye başlayan veya zeytinyağı ile yapılan yemeklerin hepsini yazmaya veya yapmaya kalksanız bir insan ömrü bile yetmez.

İyi bakın bu gövdelere iyi bakın.. Her birinde okuyabilene bir tarih yazıyor. Bu yaşlanmış bedenin gölgesinde zeytin gözlü sevdalılar ne aşklar ne ayrılıklar yaşandığını siz nereden bileceksiniz? Ve siz ne bileceksiniz ki bu beden ne savaşlara tanıklık etti. kaç ana kuzusu beni  kendine siper etti ve kaç genç fidan benim dallarımın altında can verdi.

Kahvaltı sofralarınız siyahından yeşiline, biberlisinden bademlisine benimle süslenmiyor mu? Kimbilir kaç amelenin ekmeğine katık oldum. Kolesterol,kalp damar tansiyon şikayetlerinizi anlatmaya başladığınızda doktorlarınız illaki beni önermiyor mu? Dökülen,kepeklenen saçlarınız,kırışan cildinizin devasını ben de aramıyor musunuz?  Bir haftadır kabız olan hemşerim sen bari biraz vefalı ol. Bronzlaşan teninizde benim hiç mi payım yok? Akdeniz insanının güzelliği ve cazibesinde benim katkımı inkar edebilir misiniz?

Kimbilir kaç inanmış insanın iftarında hurmanın yanında yer aldım. Kandillerde gecelerinizi aydınlığa ben çevirmedim mi?

“Zeytinyağı gibi üste çıkmayı böbürlenme yerine kulanırsınız ama siz benim bunca yıllık yaşıma başıma bakmadan,onlarca,yüzlerce yıl benden aldıklarınızı adeta bir anda unutarak altımdan girip üstümden çıkıyorsunuz. Rant ve yağma gözünüzü o kadar  büyülemişki yıllardır altın yumurtlayan tavuğu gözünüzü kırpmadan yok etmek için adeta yarışıyorsunuz.

Yap-Sat’çılarınız ,yöneticileriniz bir kat daha fazla diye kendini yırtarken diğer yandan birde altın arayıcılar altımı oymaya başladı. Bunca yıl aldıklarınızın, bunca yıl verdiklerimin karşılığı bu mu olacaktı?….”

Benim bu feryatlar karşısında ne zeytin ağaçlarına bakacak yüzüm nede söyleyecek sözüm vardı. Belki de oradan sessizce ayrılmak en iyisi idi.